Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

30 Ekim 2009 Cuma

"Tehlikeli Yaratıklar"

Güneşin açmadığı, neredeyse sürekli yağmurun olduğu bir kentte, üstelik metro tünellerinde, karanlık dehlizlerde, terk edilmiş vagonlarda geçen film, görsel yapısıyla “Yaratık”, “Bıçak Sırtı”, “Yedi” ve “Karga” gibi öncülerinin yolunu izliyor

Son yıllarda bilgisayarlarla yapılan özel efektler alanındaki inanılmaz gelişme Hollywood’u darboğazdan kurtardı. “Terminator 2”, “Jurassic Park” derken birbirini yineleyen macera filmlerine ve en görkemli örneklerini 80’li yıllarda verip tükenmiş fantastik komedilere hapsolmuş gibi görünen yüksek bütçeli/popüler filmler alanına yeni bir soluk geldi. Artık “Dev Karıncalar İmparatorluğu” gibi inandırıcı bir biçimde perdeye aktarılamayacağı düşüncesiyle el atılmayan kimi projeler hayata geçirilebiliyor, “Godzilla” gibi eski filmlerin, orijinal haliyle kıyas kabul etmeyecek kadar şatafatlı olacağını herkesin bildiği yeni versiyonları çekiliyor, efektlerin en çok gerektiği ve yararlı olduğu türler de tırmanışa geçiyor.

Macera, korku ve komedi türlerinin ön planda olduğu 80’li yıllarda Hollywood “kaçış sineması”nın doruğuna çıkmıştı. 2000’li yıllarda tabloda kimi değişiklikler olacak gibi görünüyor: Macera, bilim-kurgu ve gerilim türleri ön plana çıkacak ve tabii ki kaçış sineması ön plandaki konumunu koruyacak.

Andığım bu üç türün ilginç kimi örnekleri birbiri ardına yapılmaya başlandı bile. Gotik edebiyatın klasik örnekleri yeniden sinemaya aktarılır, usta yönetmenlerin elinden çıkma “Dracula”lar, “Frankenstein”lar birbirini izlerken, örneğin “Alien”ın tartışılmaz popülerliğine önce “Species-Tehlikeli Tür” rakip çıktı, devamı da “Mimic-Tehlikeli Yaratıklar” ile geliyor.

Çok genel olarak “tedirginlik sineması”nın, özelde bilim-kurgunun efekt destekli tırmanışına çeşitli katkılar yapan filmlerden biri “Mimic”. 1992’de İspanya’da yaptığı “Cronos” isimli vampir filmiyle dikkatleri çeken genç yönetmen Guillermo Del Toro tedirginliğin kaynağını ve yapısını iyi biliyor, perdeye ustalıkla aktarıyor. Kamera hareketlerinde, açılarında en küçük bir falso yok, yerli yersiz numaralara baş vurup şov da yapmıyor, düzenli, sakin, alışıldık bir reji anlayışıyla filmi tamamlıyor. Zaten filmin asıl önemli yanı görüntüleri, mekan tasarımı, sanat yönetmenliğiyle belirli bir duygunun direkt aktarımı için özenle tasarlanmış olması. Cronenberg filmlerinden gelme set dekoratörü Elinor Rose Galbraith gibi isimlerin oluşturduğu güçlü kadro filmin hedefine ulaşmasını sağlıyor.

Güneşin açmadığı, neredeyse sürekli yağmurun olduğu bir kentte, üstelik metro tünellerinde, karanlık dehlizlerde, terk edilmiş vagonlarda geçen film, görsel yapısıyla “Alien-Yaratık”, “Blade Runner-Bıçak Sırtı”, “Se7en-Yedi” ve “The Crow-Karga” gibi öncülerinin yolunu izliyor. Son derece modern ve olağanüstü estetik bir jeneriğin ardından adeta üzerinize boşalan bu görsel yapının anlatılan öyküye birebir uyduğu da kesin.

Öykünün pek ilginç bir yanı yok. Doğanın düzeninin bozulmasına yol açan bilim adamı teması bu kez hırs yüzünden değil, bir salgın hastalığın durdurulması amacıyla doğaya müdahale edilmesi gibi bir yenilikle karşımızda. Bildiğimiz temaya küçük bir ek yapılıyor böylece: “Hangi amaçla olursa olsun doğaya müdahale edilmemeli! Hatta çocuklarınızı kurtarmak için bile olsa…” Küçük ama anlamlı bir katkı doğrusu.

Yönetmenin Matthew Robbins’le birlikte kaleme aldığı senaryo türün saygın yapıtlarıyla kıyaslanabilir bir çalışma değil; derinlikli hiçbir karakterin olmadığı, yer yer arsız klişelere başvurmaktan çekinmeyen, kimi mantık boşluklarını umursamayacak denli kendinden emin bir senaryo var karşımızda ama en azından iki hoşluğu da barındırıyor: İlki, tüm kişilik özellikleriyle, örneğin elindeki kaşıklarla böceklerin seslerini taklit edebilmesiyle Joey. Böyle bir filmde özel yeteneklere sahip bir çocuğun bulunması ve bu karakterin de böceklerle dost olması, senaristlerin türün şablonlarından sıyrılmak için harcadıkları çabanın olumlu sonuçlarından belki de en önemlisi.

Hitchcock’un “The Birds-Kuşlar” filmindeki eve saldırı sahnesini anımsatan vagon sekansı ise kan kokusunun kullanımı, saldırı planları vs. tüm öğeleriyle olağanüstü. Judas’ların insanları taklit ederek evrim geçirmiş olmaları gibi bilgilerin açıklanmasının ardından bu kez insanların Judas’lardan korunabilmek için onların koku bezlerini sürünmeleri, “Mimic”in sözlük anlamlarından birinin de “kendisini korumak için başka bir canlıyı taklit eden” olduğunu düşünürseniz daha da anlam kazanıyor.

“Onuru Kırılmış Metalurji İşçisi Mimi”, “Snack Bar Budapest” gibi filmlerin olağanüstü oyuncusu Giancarlo Giannini ile özlenen bir buluşma sağlaması filmin önemini artırıyor, üstelik kısa bir rolde unutulmaz “Salieri” F. Murray Abraham da var.

Sinema, sayı: 38, Şubat 1998

Mimic / Tehlikeli Yaratıklar
Yönetmen:
Guillermo Del Toro; Senaryo: Matthew Robbins, Guillermo Del Toro (Donald A. Wolheim'ın aynı adlı kısa öyküsünden); Yapımcılar: Ole Bornedal, B. J. Rack, Bob Weinstein; Görüntü yönetmeni: Dan Laustsen; Yaratık tasarımı: Rick Lazzarini, Rob Bottin; Set tasarımı: Elinor Rose Galbraith; Müzik: Marco Beltrami; Kurgu: Patrick Lussier, Peter Devaney Flanagan; Oyuncular: Mira Sorvino (Susan), Jeremy Northam (Peter), Alexander Goodwin (Chuy), Giancarlo Giannini (Manny), Charles S. Dutton (Leonard), Josh Brolin (Josh), F. Murray Abraham (Dr. Gates); 1997 ABD yapımı; 105 dakika; Dağıtımcı firma: WB.; Gösterim tarihi: 9 Ocak 1998

"İz Peşinde"

Wilson’ın rejisi ise dört dörtlük! Temiz, abartısız ve özenli ama asıl önemlisi, parodinin incelik gerektiren yollarında kıvrak dans figürleriyle ilerlemeyi de biliyor

“Tez anti-tezini doğurur” denmiştir ya, bir yandan şiddet filmleri çoğalıyor, “Con Air” ve “Batman & Robin” gibi göz alıcı, parıltılı, ama içi fena halde boş filmlerle macera sineması doludizgin koşusunda depara kalkıyor; öte yandan bu filmlerin eriştiği yüksek abartı düzeyiyle dalgasını geçmeyi ihmal etmeyen kimi yapıtlar ortalığı dolduruyor. Jim Wilson’ın yönettiği “İz Peşinde”, “Last Action Hero-Son Muhteşem Kahraman”, “Bound-Tuhaf İlişkiler”, “Feeling Minnesota”, “Scream-Çığlık” gibi, belli bir türün kapsamına giren, ama o türün parodisini yapmayı da ihmal etmeyen yapıtlardan biri.

“İz Peşinde” de bilinen öykü ve trükleri yeni sentezlere ulaştırıyor ama bununla sınırlı kalmıyor. Birbirlerine bağlı bir grup insan arasındaki ilişkilerin beklenmedik bir olayın ardından değiştiği, herkesin birbirinden kuşkulanır hale geldiği ve sonuçta şiddetin açığa çıktığı o çok tanıdık öykülerden birini, kara filme hiç yakışmayan bir atmosferde, deniz/kum/güneş zemininde yeniden örüyor. Üstelik olayın kişileri, alkol ve hapa düşkün sorunlu bir genç kadın, onun kendisinden en az 30 yaş büyük, anlayışlı, aydın kocası gibi çok klişe karakterler. Yakışıklı, çekici, çılgın eski sevgilinin kadının kafasını karıştırması, temelinde aşkın yattığı çocukluk arkadaşlığı gibi tanıdık trükler, kayıp kartpostal, votka şişesinin içine konmuş metanol gibi Hercule Poirot tarzı ipucu nesneleriyle kaynaştırılıyor, hızlı virajlar alan öykü, bir dizi yanlışlık ve durum komedisi sahnesiyle iç içe ilerliyor, böylece film, seyircinin görsel belleğine yaslanan, sinemaya kendince bir saygı duruşunda bulunurken kendisinden öncekilerle acımasızca dalga geçen o yıkıcı komedilerin düzey ve saygınlığına erişiyor.

Wilson zekice yazılmış işlek bir senaryo ve olağanüstü yetenekli oyuncular gibi avantajlarını akıllıca kullanmış. Örneğin Harvey Keitel, yaşına çok uygun ama kendisini görmeye alıştığımız o karizmatik, sert kişiliklerden çok farklı bir tiplemeyle karşımızda. Olgun, yumuşak, hoşgörülü yargıcın zıvanadan çıkıp silahı kaptığı an ise, sinemanın en keyifli dönüşüm sahnelerinden birine tanık oluyoruz: Keitel rahatlıkla oynadığı karakteri, onlarca kez canlandırdığı sert tiplerin karikatürüne dönüştürmeyi ustalıkla başarıyor. Başlarına açılan dertten nasıl kurtulabileceklerini düşünürken ağzındaki pipoyu tüttürmeye başladığında Sherlock Holmes’u, cesedi ortadan kaldırmaya çalışırken “Pulp Fiction-Ucuz Roman”da yine kendisinin oynadığı Temizlikçi'yi, alnına mendil sarıp tüfeği eline aldığında Rambo’yu anımsamak, Keitel’in bu karakterlerle inceden inceye dalgasını geçtiğini görmek, Lance’ı Nathalie’nin intihara kalkıştığına inandırmaya çalışırken güya üzgün halini izlemek çok büyük bir keyif. İşini bilen yönetmen, klişe karakterleri oynayan diğer oyuncularından da yüksek düzeyde performanslar almayı başarıyor. Craig Sheffer’ın doğanın kucağındaki genç sanatçı tiplemesi ve özellikle Nathalie’ye yıllardır aşık olduğunu anladığımız andan itibaren yaşadığı dönüşümü olağanüstü iken, çılgın sevgilide (George’un deyişiyle “loverboy”) son yıllarda rol aldığı abuk sabuk filmler yüzünden ne kadar yetenekli bir oyuncu olduğunu unutmanın eşiğine geldiğimiz Billy Zane imrenilecek bir performansla karşımızda. İlk filmi “The Mask-Maske"den itibaren oyun gücüyle dikkat çeken Cameron Diaz ise çevresindeki erkekler yüzünden kafası adamakıllı karışan genç kadını oynarken örneğin Emmanuel Beart’ın canlandırdığı kişilikleri hicvediyor, az sonra ise, eli silahlı katilden kaçan bir Jamie Lee Curtis’e ustalıkla geçiveriyor.

Wilson’ın rejisi ise dört dörtlük! Temiz, abartısız ve özenli ama asıl önemlisi, parodinin incelik gerektiren yollarında kıvrak dans figürleriyle ilerlemeyi de biliyor. Merdivenin parçalandığı, George’un Lance’ı öldürdüğü, “kör olduğu” ve en sonunda kendisinin de öldüğü sahneler, abartılı şiddet ve macera filmlerinin klişelerine yapılmış üstü kapalı ya da çok direkt göndermelerle dolu. Wilson da kamera açıları, kadrajları, ışığı ve özellikle kurgusuyla an be an yenilenen bu filmin altından ustalıkla kalkmayı başarıyor.

Çağdaş sinemanın tüm gereklerini arzulanan düzeyde yerine getirdiği için ilgiyle izlenen, göndermeleri sayesinde ise yüksek düzeyde keyif alınan bir film olan “İz Peşinde”, çok düşük bir bütçeyle de tüm dünyada ilgiyle izlenebilecek bir film yapılabileceğinin çok güzel bir örneği aynı zamanda. Örnek almalarında yarar bulunan Türk sinemacılarına selam olsun!

Sinema, sayı: 34, Ekim 1997

Head Above Water-İz Peşinde
Yönetmen:
Jim Wilson; Senaryo: Theresa Marie (Eirik Ildahl ve Geir Eriksen'in yazdıkları "Hodet over vannet" filminin senaryosundan); Yapımcılar: Jim Wilson, John M. Jacobsen; Görüntü yönetmeni: Richard Bowen; Müzik: Christopher Young; Kurgu: Michael R. Miller; Oyuncular: Cameron Diaz (Nathalie), Harvey Keitel (George), Craig Sheffer (Lance), Billy Zane (Kent), Shay Duffin (Polis memuru); 1996 ABD yapımı; 92 dakika; Dağıtımcı firma: Umut Sanat Ürünleri; Gösterim tarihi: Eylül 1997

“Ruhu olanlar”a müzik ve sinema söleni: “Gençlik Ateşi”

İyi işlenmiş senaryosu, akıcı anlatımı, işlevsel görüntüleri ve vurucu finaliyle de hiç aksamayan film, özellikle konser sahneleriyle etkileyici

“Siyahız ve gururluyuz”… Böyle der Jimmy arkadaşlarına. Yeni kurulan müzik grubunun üyeleri, genç menajerlerine “soul” müziği için “biraz beyaz” olduklarını söylediklerinde Jimmy onlara, İrlanda’nın Avrupa’nın siyahı, kendilerininse İrlanda’nın siyahı olduklarını anlatır. Ona göre yapabilecekleri tek müzik soul’dur; duygusal, heyecanlı, öfkeli soul. Rock’n roll’da, -Jimmy’nin “caz müzikle mastürbasyondur” biçiminde tanımladığı- cazda, ya da ağdalı aşk şarkılarında olmayan bir şeyler vardır soul’da; İrlandalı gençlerin yaşadıkları acıları, baskıları, özgür olma isteklerini, kavgalarını ve cinsel arzularını anlatabilecek tek müzik soul olabilir… Jimmy’ye göre bu genç grubun başarılı olabilmesi için üç koşul vardır: Soul yapmak, siyah olmak ve gurur duymak…

Öfkeli İngiliz yönetmen Alan Parker, son filmi “Gençlik Ateşi”nde üne ulaşmaya çalışan gençlerden kurulu bir müzik grubunun başarılı olabilmesi için bu üç koşulun ötesinde bir şeyler gerektiğini anlatıyor. Ülkemizde “Come See the Paradise-Gel Cenneti Gör”, “Mississippi Burning-Mississippi Yanıyor”, “The Wall-Duvar”, “Angel Heart-Şeytan Çıkmazı” ve “Birdy” ile tanınan, ünlü “Midnight Express-Geceyarısı Ekspresi”nin yönetmeni Parker bu kez farklı bir yapıta imzasını atıyor. “The Commitments” daha küçük çaplı, daha sevimli bir öykü. “Geceyarısı Ekspresi” ya da “Mississippi Yanıyor” kadar sert değil öyküsü; toplumcu yanı ise bu filmlere göre daha bir törpülenmiş. Parker bu kez sorunları anlatmak için daha dolaylı bir anlatımı seçiyor.

“The Commitments” tüm sinemasal özellikleri bir yana, Parker’ın yumuşak yaklaşımı ile dikkati çekiyor. Toplumcu gerçekçiliğin sığlığından, örneğin bir Costa-Gavras sinemasının özelliklerinden uzak, öyküsünü daha insancıl bir potada eritmeyi başaran filmlerden “The Commitments”. Bu özelliğiyle de hırçın Parker’ın sert anlatımlı filmlerinden çok, bir “Field of Dreams-Düşler Tarlası”na, bir “Stanno Tutti Bene-Herkesin Keyfi Yerinde”ye daha yakın. Kuşkusuz ki bu özelliği filmin eleştirel yanını zayıflatmıyor, Parker -Jimmy’nin deyişiyle- “diğer serserilerden farklı olduklarını göstermek, seslerini duyurmak” için müzik yapan 12 gencin sorunlarını ve umutlarını başarıyla dile getiriyor. Ama bu kez daha incelikli, daha insancıl bir yolla. Filmi örneğin “Mississippi Yanıyor”dan daha farklı kılan ve örneğin bir “Birdy”nin insancıllığına yaklaştıran da bu özelliği.

Diğer yönleriyle de başarılı bir film “The Commitments”. 2 oyuncu ve 10 müzisyenden oluşan 12 gencin inanılmaz başarısı filmin dikkat çeken yönlerinden. Parker takım çalışmasının görkemli bir örneğini veriyor filmiyle. İyi işlenmiş senaryosu, akıcı anlatımı, işlevsel görüntüleri ve vurucu finaliyle de hiç aksamayan film, özellikle konser sahneleriyle etkileyici.

Zaten müzik filmin önemli bir öğesi, hatta ana karakteri. Filmi izlediğinizde yapıtın, “yaşamı anlatan” soul müziğin mücadelesini sergilediğini düşünebilirsiniz. Bu filmde soul, mega-medyaların şişirdiği yapay müzik türlerinin arasından sıyrılmaya, gençliğe, tüm topluma kendini anımsatmaya çalışıyor.

En kısa tanımıyla “The Commitments” müzikle ilgisi bakımından rahatlıkla bir “The Wall” ya da “The Doors”la boy ölçüşebilecek, görkemli bir müzik ve sinema şöleni… Alan Parker bu filmiyle deneyimli yönetmenliğinde ulaştığı ustalığı sergiliyor. Kaçırmayın…

Güneş, 18 Aralık 1991

The Commitments-Gençlik Ateşi
Yönetmen: Alan Parker; Senaryo: Dick Clement, Roddy Doyle, Ian La Franais (Roddy Doyle’un aynı adlı romanından); Yapımcılar: Roger Randall-Cutler, Lynda Myles; Görüntü yönetmeni: Gale Tattersall; Müzik: Paul Bushnell; Kurgu: Gerry Hambling; Oyuncular: Robert Arkins (Jimmy), Maria Doyle Kennedy (Natalie), Bronagh Gallagher (Bernie), Angeline Ball (Imelda), Johnny Murphy (Joey), Andrew Strong (Deco), Felim Gormley (Dean), Glen Hansard (Foster), Michael Aherne (Steve), Kenneth McCluskey (Derek), Dick Massey (Billy), Dave Finnegan (Mickah); 1991 İrlanda, İngiltere, ABD ortak yapımı; 123 dakika; Dağıtımcı firma: Standard Film; Gösterim tarihi: 13 Aralık 1991

Kuramsal kuraklık

Toplum kendi kültürüne, kendi değerlerine yabancılaşmamış olsaydı kimse yabancı bir dile ait kelimeleri isim olarak kullanmazdı. Böyle bir şey insanların aklına bile gelmezdi, gelse utanırlardı. Aynı şekilde "Keloğlan Kara Prense Karşı" filminin yapımcıları fragmanda İngilizce ses ve slogan kullanamazlardı

Sharon Stone ve Andy Garcia sadece oyunculuklarını değil, Hollywood'daki duruşlarını da beğendiğim sanatçılar, ikisine de saygı duyarım. Bir Türk dizisinde oynamalarına herhangi bir itirazım olamaz.

"Kurtlar Vadisi"nde üstlendikleri rollerle ilgili bir sorunum da yok: Polat Alemdar Yüce Seçilmişler'in varlığını ve tüm dünyayı nasıl etkilediklerini öğrendi, Dünya Baronu ile görüşmek üzere ABD'ye davet edildi. Bu, dizinin hikayesi açısından normal, ABD'de geçen sahnelerde Amerikalı oyuncuların varlığı son derece doğal.

Baron Amon ve eşinin ünlü isimlere oynatılması ise bir tercihtir; Raci Şaşmaz ve çalışma arkadaşları daha az ünlü (dolayısıyla daha ucuz) oyuncularla çalışmayı yeğleyebilirlerdi, belli ki büyük oynamak istemişler. Dizi yapımcıları olarak izlenme oranlarını dikkate almak zorundalar zaten; ayrıca Amerikalı oyuncuların varlığının ses getirmesini de arzu etmişler.

Hedeflerine ulaştılar; yabancıların varlığı, özellikle de Stone ile Necati Şaşmaz arasında geçen öpüşme sahnesi medyanın gündemine oturdu.

Peki ama neden?

Türk milletinin Sharon Stone'a özel bir düşkünlüğü yok, olsa bu ünlü oyuncunun bizde gösterilen filmlerinin seyirci sayısı bu kadar düşük olmazdı. Stone, çoğu filmi Türkiye'de şifreli kanallar dışında küçük ekrana çıkamayan bir oyuncu, Garcia'nın ünü daha da az ve fakat onların varlığının diziye 5 puanlık izlenme payı getirdiği hesaplanıyor.

Nedir ki bunun nedeni?

Sorunun cevabını İranlı düşünür Daryuş Şayegan vermiş: Kültürel şizofreni...

Zihinsel karmaşa
Kitapları ülkemizde de yayımlanan Şayegan, kültürel şizofreni adını verdiği olguya Batılılaşma eğilimi içindeki Doğu toplumlarında rastlandığını söylüyor. Şayegan'a göre, Batı ülkelerini bugün bulundukları noktaya getiren toplumsal, felsefi, psikolojik ve teknolojik süreçleri yaşamayan, bunların sonucunda oluşan üstyapı kurumlarını içselleştirmeye çalışan Doğu toplumları zihinsel ve kültürel karmaşa içine düşüyor, kendilerine yabancılaşıyorlar.

Tabii ki bu durum gelişmiş ülkelerin işine geliyor, en basitinden ticari açıdan. Bu yüzdendir ki tüm güçlerini bu yönde kullanıyorlar, örneğin Hollywood film ve dizileri Amerikan kültürünün ve belirli bir yaşayış biçiminin propogandasını yapıyor. Üstelik işini o kadar iyi beceriyor ki Fransa gibi önemli kültür ülkeleri bile toplumlarını Hollywood etkisinden korumaya çalışıyorlar.

Türkiye'de kimsenin böyle bir derdi yok.

İngilizce kelimelerin gündelik dilde giderek yaygınlaştığına dikkat çeken yazılar yayımlanıyor, konunun uzmanları okurları ve yetkilileri uyarmaya çalışıyorlar, fakat etkili olduklarını söylemek zor.

Çünkü hastalık çok ilerlemiş durumda.

Büyük kentlerdeki alışveriş merkezlerinin ve uydu kentlerin epey bir bölümünün isimleri Türkçe değil. Bazı ulusal televizyon kanallarının isimleri İngilizce. Dükkanların, Türk şirketlerin ürettiği ürünlerin, sinema salonlarının epey bir bölümünün adları da.

Ve bu durum toplumun büyük çoğunluğuna normal geliyor.

Toplum kendi kültürüne, kendi değerlerine yabancılaşmamış olsaydı kimse yabancı bir dile ait kelimeleri isim olarak kullanmazdı. Böyle bir şey insanların aklına bile gelmezdi, gelse utanırlardı.

Aynı şekilde "Keloğlan Kara Prense Karşı" filminin yapımcıları fragmanda İngilizce ses ve slogan kullanamazlardı. Sinan Çetin "Bay E" filminin jeneriğini tamamen İngilizce yapamazdı. ABD'de çekilen filmlere, kliplere rastlanmazdı.

Başrollerinde Türk karakterleri canlandıran iki yabancı oyuncunun bulunduğu "Bay E" 1994 yapımı. Daha öncesinde Avrupa sanat filmlerinin, daha geride ise Hollywood salon komedilerinin kopyaları var. Hatta daha da tuhafı: Türklerin oynadığı, yazdığı, yönettiği vesternler...

Şizofreni ve kuraklık
Birkaç ay evvel bir sinema filmi senaryosunu düzeltmem istendi. Yazarı Türk'tü tabii ki, hikaye ona aitti ama sanki bir Hollywood senaristinin kaleminden çıkmıştı. Karakterler Amerikalı gibi davranıyor, "Seni lanet olası b.k çuvalı" gibi cümlelerle konuşuyorlardı. Önce okuduklarıma inanmakta, sonra neyin neden düzeltilmesi gerektiğini ilgililere anlatmakta çok zorlandım. Ana karakterlerin bir barda sohbet ettikleri bir sahneden örnek veriyordum ki birisi: "Haklısınız, meyhanede içsinler" dedi, mekanı değiştirmekle sorunu çözemeyeceğimizi, kullanılan öyküleme tekniklerinde, sahne açılış ve kapanışlarında, velhasıl aklınıza gelebilecek her şeyde sorun olduğunu anlatmaya çalıştım.

O senaryoyla çekim hazırlıklarını sürdüren insanlara bunları anlatmanın imkanı zaten yoktu. Elimden geleni yaptım, sonuçta başka öğelerin de etkisiyle filmi yapmaktan vazgeçtiler.

Filmin hikayesi şizofreni hastalığıyla yakından ilgiliydi. Yazar aslen psikiyatristti, yani şizofreni kavramını bizlerden çok daha iyi bilen, ama kültürel şizofreninin etkisinden kurtulamamış bir uzman. Senaryo tekniklerini anlatan birkaç Amerikan kitabı okumuş, bolca film izlemiş, bilgisayarının başına geçmişti.

Başka pek çok senaristin de yaptığı gibi...

Belki sizin de yapmaya çalıştığınız gibi.

Senaryo alanında başarılı ve genelde mutlu olmak istiyorsanız kültürel şizofreninin sizi nasıl etkilediğini incelemelisiniz.

Öncelikle dilinizi etkiliyor. Light sözcüğünü kullanmak "Çocuklar Duymasın" dizisinin senaristine doğal geldiği gibi, size de normal görünebilir, ama değildir. "Sessiz Gece"nin ilk bölümünün senaristinin yaptığı gibi siz de "Yapabileceğin en iyi şey buradan hemen çıkıp gitmektir" türü diyaloglar yazıyor olabilirsiniz.

Bu türden cümlelere "çeviri Türkçesi" deniyor, örneklerine TV dizilerinde, gazetelerde bolca rastlanıyor; İngilizcede çok kullanılan kalıpları aynen dilimize aktarıyorlar. Zaten Harry Potter, Örümcek Adam, Batman gibi kahramanlarla büyümekte olan çocuklarımız çeviri Türkçesi'nin de etkisi altında kalıyorlar.

Eserinizi kendi çocuklarınızın da izleyeceğini dikkate almanız gerekir... Dahası da var: Kullandığınız dil düşünce yapınızı da etkilediği için diliniz hastaysa, düşünceleriniz de sağlıklı olamayacaktır. Kültürel şizofreninin etkilerinden kendinizi koruyamazsanız mutlu olamazsınız.

Hastalığa karşı bağışıklık geliştirmeniz de yetmeyecek, senaryonuzu yapımcı, yönetmen ve oyunculardan korumaya çalışmanız da gerekecek. Uygar Şirin ve ben bunu başaramadık: "Kahraman Pizzacı" adında bir Türk filmi senaryosu yazdık, oysa siz "Karışık Pizza" isimli bir Türk-Amerikan melezi seyrettiniz.

Aradan geçen 10 yılda durumun vehameti daha da arttı, o kadar ki "Eşkıya", "Babam ve Oğlum" gibi bazı istisnai örneklerden "Türk filmi" diye bahseder olduk; sanki diğer yerli filmleri hep Amerikalılar çekiyorlar.

Tabii ki o filmleri belirleyen önemli kararları alanlar da bu ülkenin vatandaşları. Sadece ağır bir etki altındalar.

Çok eleştirilen, hatta alay edilen Yeşilçam dönemini incelerseniz, Milli Sinema, Ulusal Sinema akım ve tartışmalarına da rastlarsınız, en üst noktasına Yılmaz Güney filmleriyle ulaşan toplumsal gerçekçi ürünlere de. Ortak noktaları Hollywood güdümüne karşı çıkmalarıydı.

Artık onlar da yok.

Kültürel şizofreni büyüdü, olgunlaştı, çocuğunu doğurdu: Kuramsal kuraklık.

Şimdi onun büyümesini seyrediyoruz hep birlikte.

Film+, sayı: 11, Şubat 2006

23 Ekim 2009 Cuma

Senaryo ve delilik

Onların sistemini uygulamaya çalışırken yüreğimizin sesini kısmamız gerekti, ama bu, doğaya aykırı, en sahici güdülerimizle aklımızın gerilimi bu deliliği yarattı.
Beraberinde mutsuzluk geldi...


Bir senarist olarak kendimi "Psycho-Sapık" filminin baş karakteri Norman Bates'e benzetiyorum. Yani çifte kişilikliyim.

Yalnız değilim üstelik; bizim sinemacıların çoğu aynı dertten mustarip. Siz genç senaristler de tehlike sınırındasınız çünkü siz de Bates Ana'nın tehdidi altındasınız.

Annesi Norman'a belirli bir hayat görüşü empoze etmiştir. Delikanlı kendini doğal güdülerinin akışına bırakamaz, suçluluk duyar.

Yaşadığı trajedinin nedeni duyguları değil, onları hissetmesinin yanlış olduğunu sanmasıdır. Doğal güdülerini engelleyemez Norman, yok edemez, yok sayamaz. Annesi ölmüştür ama hala kutsal bir varlıktır, tek ve biricik "hayat rehberi" pozisyonunu sürdürmektedir; beyni yıkanan Norman annesinin fikirlerine de karşı çıkamaz.

Bates Ana oğluna kendi doğrularını öğretmiş, zihnini binlerce yasak ve kuralla doldurmuştur.

Bu bilgi diktatoryasının çocuğu nasıl ezeceğini hesaplayamamıştır.

Tarihten günümüze
Sinema alanında ciddi bir bilgi diktatoryası var.

Neredeyse 50 yıldır, ve artarak sürüyor.

2. Dünya Savaşı Almanya, Fransa, Japonya gibi pek çok önemli sinema ülkesinde film üretiminin neredeyse durmasına yol açtı; topraklarında savaşmayan ABD, Avrupa'dan kaçan sinemacılara da kucak açtı, sonuçta ülkeyle birlikte, sinema endüstrisi de çok güçlenerek girdi 1950lere.

Derken, henüz toparlanamamış büyük sinema ülkelerini bu kez de televizyonun yaygınlaşması vurdu. Sinemanın en ucuz eğlence aracı pozisyonunu yitirmesi, tüm gelişmiş ülkelerde film üretiminin düşmesine, salon sayısının hızla azalmasına neden oldu. Her ülke kendince savaştı televizyonla, örneğin ülkemizde küçük ekranın yaygınlaşmaya başladığı 1970'lerde salonları TRT ekranına çıkamayan yerli filmler kapladı: Komedi-seks furyası, arabesk filmler ve toplumcu gerçekçi yapımlar. Bunların çoğu 12 Eylül'den sonra devam edemedi. 80 ortalarında başlayan video modasıyla bir süre idare edildi, o da hızla tükendi; sonuçta Türk sineması televizyona karşı ciddi bir önlem geliştiremedi.

Sadece Türkiye değil, -Hindistan özel örneği hariç- önemli sayıda film üreten veya sinema tarihinde yeri olan hiçbir ülke bu başarıyı gösteremedi. Sadece Hollywood çareyi buldu: TV karşısında pineklemek istemeyecek tek seyirci grubunu, yani gençleri salonlara çekmek... Ve onları küçük ekranın yapamadığı biçimde büyülemek... Sesle, görüntüyle, efektle.

Teknoloji hızla gelişti, film çekimlerinde tekniğin kullanımı arttıkça filmlerin bütçeleri büyüdü, dünyada sinemanın tek patronu pozisyonunu korumak için Hollywood filmleri mümkün olduğunca çok sayıda perdede (hatta ülkede) aynı anda gösterime sokmak gibi taktikler geliştirdi vs.

Sonuç: Hollywood sinemanın tek efendisi ve kuralları o koyuyor.

Daha ötesi: Bilgiyi o empoze ediyor; Hollywood bizim Bates Anamız.

Ülkemizde eskiden, kurgu öğrenmek isteyen gençler Eisenstein'ın, Pudovkin'in kitaplarını okurdu; hala okuyan var mı bilmiyorum çünkü bu büyük sinemacıların geliştirdiği kurgu teknikleri artık her yerdeler: Reklam filmlerinde, kliplerde, Amerikan işi film ve TV dizilerinde kullanılıyorlar, sürekli görüyorsunuz onları, belki de Hollywood'un icat ettiğini sanıyorsunuz çünkü en çok onlar kullanıyorlar.

Onların kurgu anlayışı beynimize kazınmış durumda.

Ve görüntü anlayışları... Senaryo yazım teknikleri ve film yapım alışkanlıkları... Çalışma tarzları... Hepsi gerek seyircinin, gerekse sinemacıların bilinçaltlarına çoktan yerleşti.

Hepimiz, annesinin yarattığı bataklıkta çırpınan Norman'lara dönüştük.

Örneğin diziler yapıyor ama beğenmiyoruz... Dramatik yapı deyince aklımıza "Nip Tuck", "CSI: New York" gibi ABD dizileri geliyor, "Carnivale"in geçmişi tekrar yaratırken ulaştığı görkeme ve o olağanüstü görüntülerine imreniyoruz.

Sonuçta perdede de, ekranda da hilkat garibeleri cirit atıyor: İçeriği az-çok Türk, biçimi Amerikan taklidi onlarca film ve dizi...

Ki bu noktaya da yeni vardık; o çifte kişililik hali yüzünden onlarca Hollywood sitkomunun kopyası da yapıldı ülkemizde, "X Files-Gizli Dosyalar" bile taklit edildi.

Daha doğrusu edilemedi.

Edilemez de zaten; Hollywood'un tüm dünyaya satacağını bilerek, ona göre bir özen ve harcamayla yaptığı film ve dizilerin teknik kalitesini yakalamak olanaksız, öncelikle senaryo konusunda...

Ama Norman gibi biz de imkansızı yapmaya çalışıyoruz çünkü bilinçaltımızın taht odasında Bates Ana oturuyor.

Senaryo teknikleri
Hollywood doğal olarak, ABD'nin sosyal ve politik gidişatına göre şekil alıyor. Ürettiği bilgi de, bilgiyi kullanış biçimi de kendine özgü. Bunlar bir başka ülkeye aynen uyarlanamaz.

Örneğin dizi yazarken "Lost"un üzerinde çok çalışıldığı her halinden anlaşılan dramatik yapısını örnek alamayız.

Dizi senaryosu -sinema filmlerine kıyasla- karmaşık bir yapıya sahiptir; genel olarak yapıyı, karakterleri, ana hikayeyi ve yan hikayeleri uzun uzun tartışmak gerekir ki Hollywood'daki meslektaşlarımız tam da bunu yapıyorlar.

Biz... bunu yapamıyoruz. Hiçbir yapımcı yapı geliştirme işine örneğin 2 ay ayıramaz. Hem dizinin bütçesi buna yetmez, hem de iki ay sonra ne olacağını kimse bilmez Türkiye'de.

Ayrıca evinizde aylarca çalışıp gerçekten mükemmel bir yapı kursanız bile, alt üst olması bir hafta bile sürmez. Çünkü yapımcı, yönetmen, oyuncular, kanal yöneticisi gibi diğer söz sahibi kişilerin de senaryo konusunda çok değerli fikirleri vardır, her kafadan bir ses çıkar, genellikle sesler çatışır, fikirler çelişir ve gücü yeten kazanır.

Çoğunlukla herkes kaybeder...

Bu karmaşanın en büyük nedeni insanların ABD televizyonlarındaki sistemi uygulama çabaları: Altyapı aynı mükemmellikte olmadığı için seyircinin gerçekte neyden hoşlandığını kimse bilemiyor; ama herkes rating-ürün arasındaki ilişkiyi analiz edip ona göre manevra yapmak derdinde.

Ve tabii ki Amerikan elbisesi Türk bedenine uymuyor.

Hem uysa bile bizi mutlu edemeyecek çünkü Bates Ana da mutsuz.

Gişe rakamları, Hollywood'un da uzun süredir el yordamıyla ilerlediğini gösteriyor; "The Sixth Sense-Altıncı His", "Matrix", "Cast Away-Yeni Hayat" gibi filmler hiç beklenmeyen gişe başarıları kazanırken gişeleri kasıp kavuracağına inanılarak hazırlanan pek çok A sınıfı film ellerinde patlıyor. Gişe başarısı elde etmek amacıyla çocuk-genç seyirciyi yakalamak için daha fazla uğraşıyorlar, bu da filmleri daha da basitleştiriyor, kimi Hollywood bilgelerinin yaptığı "Oscar'a aday gösterecek film bile bulamıyoruz" tespiti hala ortalıkta duruyor, ama kimse ne yapılması gerektiğini bilmiyor.

Çünkü bilgiyi diktatör kılmak, sanatın doğasına, sanatçının ruhuna aykırı; seyirci de artık formüllere dayanılarak yapılmış filmler istemiyor. Hollywood o deli gömleğini çıkarması gerektiğini anlamaya başladı ama, o kadar uzun süredir giyiyor ki, ikinci bir ten gibi yapışmış sırtına, kurtulması kolay olmuyor.

Bizim deli gömleğimiz daha farklı; çifte kişiliği olanlara giydirilen türden.

Onların sistemini uygulamaya çalışırken yüreğimizin sesini kısmamız gerekti, ama bu, doğaya aykırı, en sahici güdülerimizle aklımızın gerilimi bu deliliği yarattı.

Beraberinde mutsuzluk geldi...

Film+, sayı: 10, Ocak 2006

"Parlayan Hançerler"

Kendilerini on yönden pusuya düşürmüş tüm herkesin hikayesi, iyi anlatılmış bir mesel...

Son iki filmiyle tüm dünyada epey övgü ve ciddi bir ticari başarı kazanan Yimou Zhang’ın lakabı "strateji uzmanı" imiş. Bu iki kelime çok önemli.

Zhang zor bir işi başardı: Geçen ay Filmartı'da Talip Ertürk'ün de yazdığı gibi Komünizm karşıtı bir aileden geldiği, politik görüşleri Çin'in resmi ideolojisiyle uyuşmadığı için, yeteneği kabul görmesine rağmen yönetimin desteğini kazanmakta epey zorlandı, nihayet çektiği beşinci filmle rejimle ilişkisini düzeltti. Batılı sinema aydınlarının saygısını zaten kazanmış, filmleri önemli ödüller almıştı, fakat "Hero-Kahraman"dan önce, hem Çin'deki, hem ülke dışındaki seyirciyle bağı zayıftı, son iki film gişede de başarı sağladı.

Dünyada üretilen tüm filmler içinde, hem seyircinin, hem entelijensiyanın beğenisini kazanabilenlerin oranı çok düşük kalıyor. Batı ülkeleri dışında film yaparak bu başarıya ulaşabilenlerin (ve bunu sürdürebilenlerin) sayısı çok az; öyle görünüyor ki Zhang bu başarısını korumayı da becerecek.

Çünkü Yimou Zhang bir strateji ustası...

Öyle olduğu içindir ki avantajlarını akıllıca değerlendiriyor.

"Parlayan Hançerler"de de dövüş sanatlarının rafine örnekleri var. Malzeme yerel, hatta belki de Doğuluların dünyaya (geniş kitlelerin anlayıp sevebileceği biçimde) satabilecekleri en önemli değer, ayrıca röportajlarda açıkladığına göre Zhang’ın bu konuya kişisel ilgisi de yüksek... Fakat sadece "dövüş filmi" yapanlar, ne geniş kitlelerin beğenisini kazanabiliyor, ne de ciddiye alınıyorlar. Zhang da zaten -sanat anlayışı gereği- "sıradan" dövüş filmlerine uzak biri.

Sıradan filmler düşünsel açıdan da zayıf olurlar, Zhang tüm filmlerinde elinden geldiğince hikayenin felsefi tarafına da eğilmeye çalıştığı, bundan hoşlandığı için zaten standart dövüş filmleri yapamazdı. Örneğin John Woo iyi macera filmleri çekiyor, fakat felsefeden çok görselliğiyle standartın üstüne çıkabiliyor. Zhang eğilimleri bakımından Woo'dan farklı, Kurosawa'ya daha yakın bir yerde duruyor (henüz onun gibi bir "büyük usta" olmasa da). Dövüş sanatları felsefesi açısından "Kahraman" daha ileri bir adımdı, "Parlayan Hançerler"de ağırlık aşkın felsefesinde, fakat ikisinde de varoluşun anlamına dair sorular gündemde. Düşünsel yoğunluğu Zhang’ın ikinci güçlü silahı.

Üçüncüsü ise, teknolojinin de yardımıyla ulaştığı görsellik. Fotoğrafçılığının da katkısıyla olağanüstü bir görsel dünya kurmayı hep becermişti, çok yetenekli bir yönetmen olduğu kabul ediliyordu zaten, artık büyük bütçe desteği de var, çektiği her kareyi görsel açıdan olabilecek en üst seviyeye çıkartabiliyor, renklerden sadece biçimi değil, içeriği de çok güçlendirecek biçimde yararlanabiliyor.

Modern epik
Zhang’ın bu üç avantajını toplarsanız eşit işaretinin karşısında "epik" yazar zaten.

Başka bir şey yazamaz çünkü formüle Çin yönetimiyle ilişkisini de katmamız gerekir. Ertelediği arzusunu hayata geçirip Kültür Devrimi denen süreçle (veya Çin'in aktüel sorunlarıyla ilgili) bir film yaparsa yönetimle arasının fena halde bozulacağı kesin, kafasındaki filmi çekebileceği de çok şüpheli. En azından bugün için.

Bir strateji uzmanı içinde bulunduğu dönemi de iyi analiz etmek zorundadır, erken öten horozun başını keserler çünkü. Fakat Zhang’ın dönem analizi sadece ülkesiyle ilgili değil, sinemanın bugünkü durumunu ve tüm dünyada salonları dolduran seyircinin eğilimlerini de iyi etüt etmiş. Post-Matrix dönemdeyiz; Zhang da efektlerin de yardımıyla bu dönemin estetiğini kullanıyor, daha doğrusu o estetiği kendi epiğine uyguluyor, onu klasik olmaktan çıkarıp "modern epik" haline getiriyor.

Filmin politikayla ilgisi sınırlı, “Uçan Hançerler”i yönetim karşıtı bir örgüt olarak tarif ediyor ama neye, neden karşı çıktıklarını söylemiyor. Lou'nun ve Mei'nin neden örgüte katıldıkları ve Jin'in devlet görevlisi olmasının ideolojik bir tercih olup olmadığı belirsiz. Politikayla bu kadar ilgili bir hikayenin ideolojik zeminini sağlam tutmayınca, hele sosyolojiye hiç yer vermeyince filme "masalsı" denmesinin temeli oluşuyor, ki bu eleştiriden "Kahraman" da nasibini almıştı.

Bitmeyen pusu
Masal eleştirisi yersiz, filmin asıl amacına uymuyor.

Eserin Çince adı "On Yönden Pusuya Düşürülmüş" anlamına geliyor. Bahsedilen pusu, sadece birer savaşçı olarak sık karşılaştıkları fiziksel bir durum değil, mecazi bir anlamı var, varolma biçimlerinin doğal bir sonucu. Jin, Mei ve Leo öyle insanlar ki zaten pusuya düşmüşler bir kez ve film çıkmalarının da mümkün olamayacağını anlatıyor. Çünkü o pusuyu kendileri yaratıyorlar. Mutluluklarını engelleyen en büyük düşman yine kendileri. İdeolojik tavırları, kişilikleri, aşka verdikleri değer, adanmaya duydukları eğilim...

Örgüte veya devlete adamışlar kendilerini, (o sırta yenen hançer), aşka bağlılıkları ise daha da ileri (o da kalplerindeki hançer). Savaşmadıkları anlarda da taşıyorlar o hançerleri, sevişirken bile. Başkalarını (hele düşmansa) kolayca öldürebildikleri için kendi hayatlarına da hak ettikleri değeri veremiyorlar. Yaşamlarını tam bir esarete çevirmişler, ne kadar imrenseler de (kişiliklerini genişletmedikçe) rüzgar kadar özgür olmaları olanaksız.

Yaşamlarını değiştirebilme gücünü ancak delicesine aşıkken bulabildikleri için aşka ölümüne muhtaçlar. Onlar için aşk kendilerini, kendilerinden kurtarabilecekleri tek araç. Ama aşka da aynı öldürme güdüsüyle yaklaşıyorlar, aşka verdikleri değer temelde bir ihtiyacın sonucu olduğu için büyük bir nefreti de barındırıyor içinde, ilk fırsatta o nefret açığa çıkıp yaralı bir hayvan gibi önce sevdiğine saldırıyor. Final sekansında biri Mei'yi öldürmeye, diğeri hayatını kurtarmaya çalışsa da aslında Leo ile Jin de aynılar bu açıdan.

Bir sahnede görünen örgüt lideri Nia ile hiç gösterilmeyen General de aynılar. Aralarındaki asıl büyük savaşı vermiyor film, kimin kazandığının önemi yok, herkes mağlup zaten.

"Parlayan Hançerler" kendilerini on yönden pusuya düşürmüş tüm herkesin hikayesi, iyi anlatılmış bir mesel.

Çünkü Zhang bir strateji ustası.

Film+, sayı: 2, Mayıs 2005

Shi mian mai fu- House of Flying Daggers / Parlayan Hançerler
Yönetmen: Yimou Zhang; Senaryo: Feng Li, Bin Wang, Yimou Zhang; Yapımcılar: William Kong, Yimou Zhang; Görüntü yönetmeni: Xiaoding Zhao; Müzik: Shigeru Umebayashi; Kurgu: Long Cheng; Oyuncular: Takeshi Kaneshiro (Jin), Andy Lau (Leo), Ziyi Zhang (Xiao Mei), Dandan Song (Yee); 2004 Çin, Hong Kong ortak yapımı, 119 dakika; Gösterim tarihi: 25 Mart 2005

"Cadı Kazanı"

Seyircinin ilgisini çekmek için numara yapmayan, içten, metnin söylediklerine hizmet etmeyi yeğleyen, alçakgönüllü, olgun ve kalıcı olacak bir film

Bir grup genç kızın ormanda neşe içinde dans etmelerinde ne kötülük olabilir ki?

Bulunulan tarih ve coğrafyaya göre değişir…

Yalnız köktendinciliğin hüküm sürdüğü 17. yüzyıl ABD’sinde değil, Stalin döneminde SSCB’de, Mussolini İtalya’sında ya da “Mollarşi” yönetimindeki İran’da o genç kızlar grubunun davranışı hoş karşılanmaz. Çünkü baskıcı toplumlarda özgürlük askıya alınır, en masum davranışların altında bile bir şeytani bir yön arama girişimleri değer kazanır.

O yüzdendir ki Arthur Miller’ın ünlü oyunu “Cadı Kazanı” yalnızca McCarthy döneminin bir alegorisi değil, tüm baskı dönemlerine gönderme yapan bir eserdir. Baskıcı yönetim mutlaka kendince bir şeytan yaratır, toplumu bu söylem aracılığıyla cenderede tutar; gerçeklere kulak tıkanır, ihbar değer kazanır; giderek “Büyük Birader”in yerini tüm bir halk alır, sürekli gözetim altında bulunan birey, özgür davranışlarının hesabını vermek zorunda bırakılır.

Böyle bir toplum düzeninde önce iyiler ve onurlular ölür.

Nicholas Hytner’in yönettiği “Cadı Kazanı”nda yalnızca iyiler ve onurlular ölüyor.

Filmin düşündürdükleri arasında şu ilginç nokta da var: Tüm olaylara neden olan Abigail’in asıl derdi eski sevgilisi John’u yeniden kazanmak, asıl düşmanı ise John’un karısı Elizabeth; böylece özgürlükten ve cinsellikten yana olan genç kız, püriten ahlakın simgesi buz gibi bir kadınla, yani yaşayan, bitkisel olanla karşı karşıya geliyor. Ancak toplum sağduyusunu öylesine yitirmiş ki, bu savaşta yönetim başlıca silahı olan dinle muhafazakarlığın değil, özgürlüğün yanında yer alıyor, ahlaksız genç kıza yönelmesi beklenen ölüm cezası, karşıtlarını hedef alıyor.

“The Madness of King George-Kral George’un Deliliği” ile parlak bir çıkış yapan Hytner senaryosu bizzat Arthur Miller’ın kaleminden çıkan filmde son derece çağdaş ve olgun bir reji sergiliyor. Köyün ahvalinin verildiği genel planların, itirafa zorlanan köylülerin, onları yargılayan bağnaz hukuk adamlarının ya da sözde kriz geçiren genç kızların yakın planlarıyla kurgulandığı filmin bütününde seyircinin rahatlıkla sindirebileceği bir anlatım tutturan Hytner yer yer, yaratılan atmosfere hizmet eden reji denemelerine girişmekten de kaçınmıyor. Rahip Hale’in güya uyanamayan kızlardan birini incelediği sahnedeki çok geniş (balık gözü) objektifle çekilmiş planlar, son derece ayrıksı, ahlakçılığın absürde dönüştüğü bir atmosferde yaşanıldığının altını çiziyor. Kimi sahnelerde ise öznel kamera itirafçı kızların gördüklerini savladıkları şeytanların yerini alıyor, seyirciyi bu absürd atmosferin içinde daha derine itiyor. Evde Abigail’in yataktan kalkmasıyla başlayan açılış sekansı genç yönetmenin ne kadar olgun bir sinemacı olduğuna, filmin bütünü ise yaratılmak istenen atmosfere uygun biçimin nasıl bulunabileceğine güzel bir örnek oluşturuyorlar.

Hytner’in en büyük yardımcısı ise çağın en büyük yazarlarından Arthur Miller’ın kaleminden çıkan senaryo. Oyununu ustalıkla sinemaya uyarlayan Miller, temel akışı korurken sinemanın güç ve olanaklarından da yararlanıp olayları köyün içine dağıtmış, böylelikle sahnede gösteremediği kimi alanlara girmeye, örneğin köy halkına daha geniş yer vermeye imkan bulmuş. Bir oyun metni olarak da son derece güçlü olan “Cadı Kazanı” perdede daha bir devleşiyor, Abigail’in mahkemede köşeye sıkışmışken “sarı kuş” masalıyla kurtulduğu, kiliseden koşarak çıkan kızların yaşanan isteriyi tüm köye taşıdıkları, John’un “Tanrı öldü” dediği uzun sekans gibi kimi bölümlerde doruğa çıkıyor. Cadı avının insanların kişisel ve basit çıkarlarıyla ne kadar ilintili olduğunu göstermeyi ihmal etmeyen Miller, hangi türden olursa olsun bağnazlığın bir toplumda onulmaz yaralara nasıl yol açabileceğini de ortaya koyuyor.

Day Lewis, Allen ve Scofield’in unutulmaz oyunculuklar çıkardığı filmde kızlar grubunu canlandıran gençler öne çıkarken Winona Ryder da şimdiye dek ulaştığı en olağanüstü performansla karşımızda. Sonuçta “Cadı Kazanı” seyircinin ilgisini çekmek için numara yapmayan, içten, metnin söylediklerine hizmet etmeyi yeğleyen, alçakgönüllü, olgun ve kalıcı olacak bir film.

Sinema; Sayı: 29, Nisan 1997

The Crucible / Cadı Kazanı
Yönetmen: Nicholas Hytner; Senaryo: Arthur Miller (Aynı adlı kendi oyunundan); Yapımcılar: Robert A. Miller, David Picker; Görüntü yönetmeni: Andrew Dunn; Müzik: George Fenton; Kurgu: Tariq Anwar; Oyuncular: Daniel Day-Lewis (John Proctor), Winona Ryder (Abigail Williams), Paul Scofield (Yargıç Danforth), Joan Allen (Elizabeth Proctor), Rob Campbell (Rahip Hale), Jeffrey Jones (Thomas), Charleyne Woodard (Tituba); 1996 ABD yapımı; 124 dakika; Dağıtımcı firma: Özen Film; Gösterim tarihi: 28 Şubat1997

Sana ihtiyacımız yok Forrest: "Forrest Gump"

68’i, iyi ve kötü yönleriyle birlikte ele almayan, Batı toplumunda yarattığı olumlu dönüşümlerden hiç bahsetmeyen, geleneksel tutucu bakış açısıyla, yalnızca küfür/uyuşturucu/özgür seks bağlamıyla sunan bir film

Çok merak ediyorum, Forrest Gump savaş karşıtı gösteride Vietnam’a ilişkin neler söyledi acaba? Merak edecek bir şey yok aslında; iki seçenek var alt tarafı: Ya kahramanlık madalyası sahibi, işinin eri bir asker olarak savaştan yana ya da hepimizin umduğu bir biçimde, savaş aleyhinde konuşmuştur...

Sahne üstündeki insanların Gump’ı kutlamalarına bakılırsa, barıştan yana konuşmuş olmalı... Öyleyse neden o sahne izlediğimiz biçimde düzenlendi de Gump’ın konuşmasını duymamız engellendi? Film içinde çok önemli bir yeri bulunmayan bir espri için, kahramanın, bunca önemli bir konudaki düşüncelerinin verilmemesi, çok da akla yatkın görünmüyor.

Gump’ın bilinen karakteri savaşı tüm boyutlarıyla, o korkunç gerçekçiliğiyle algılamayacağını, dolayısıyla karşı da olamayacağını düşündürüyor. O yüzdendir ki savaştan yana olmasa bile, barıştan da yana olmayan bir konuşma yapmış olması olasılığı hayli yüksek...

Forrest, varsaydığım içerikte bir konuşmayı yapmış olsaydı, neler olurdu? Belki hiçbir şey... Ama, büyük olasılıkla, izleyicide, o ana kadar oluşturulmuş olan özdeşleşme kırılır, bu da filmi özellikle gişe geliri bakımından zedelerdi...

Aynı çekincenin yön verdiği başka sahnelerden de söz etmek olası: Örneğin Jenny’nin ölümünün AIDS’ten olduğu söylenmiyor filmde. AIDS, başka nedenlerle de bulaşsa, uyuşturucu ve özgür seksi akla getirdiği için, ister istemez Jenny’nin “günahkar” geçmişini çağrıştıracak, bu da Jenny ile Forrest’ın romantik ilişkilerine gölge vuracaktı.

Bu yüzdendir ki, Forrest’ın ne olduğunu anlamadığı bir savaşa katılmış olması gösterilmiştir ama, herhangi birini öldürdüğünü bırakın göstermeyi, ima bile etmez Zemeckis.

Çünkü Forrest 90’lı yıllar sinema seyircisine sıcak gelebilecek özellikler taşısa da, birebir özdeşleşmesi zor bir karakterdir, çizilirken dikkatli olunması gerekir.

Kimdir sahi Forrest Gump? Tom Hanks’in dediği gibi, “bir” ‘alien’, başka dünyalardan dünyamıza düşmüş bir yabancı olduğu doğru. IQ’su 75, yani normalin altında bir zekaya sahip. Yaşamı derinlemesine algılayamıyor, olduğu gibi kabulleniyor; devrimci, dönüştürücü herhangi bir düşünceyi benimsemiyor, bu tip bir eyleme asla girişmiyor. Yaşama ilişkin tek tavrı, çuval dolusu paraya sahip olduğunda yaptığı gibi, Bubba’nın ailesine para vermek, kiliseye, hastaneye yardım etmek gibi ufak tefek iyileştirme çabaları. Jenny dışında hiç kimse için, hiçbir şey için çaba harcamıyor, yaşamın karşısına çıkardığı yolları bile bilinçsizce seçiyor. Çok sevdiği Jenny’yi de asla tam olarak, tüm zayıflıkları ve eksikleriyle algılayamadığı için, ona da -aşkının getirdiği “manevi destek” dışında- gerçek bir yardımı söz konusu değil.

Böyle bir karakteri, filmi izleyen insanlar neden bunca seviyorlar peki? Filmin yüksek gişe başarısının en önemli nedenin Forrest’ın karakteri olduğunu anlamak için dahi olmaya gerek yok; öyleyse, Gump’ın seyircide uyandırdığı sempatinin nedenlerini düşünmek durumundayız.

Hele de bu ölçekte gişe başarılarının kolay kolay yaratılamadığını biliyorsak... 90’lı yıllar seyircisinin “çağdaş masalları” sevdiği doğru; “Alaaddin” gibi animasyonlar, “Jurassic Park” gibi hi-tec harikaları ve “Pretty Woman-Özel Bir Kadın” gibi çağdaş aşk öyküleri ciddi hasılatl yaptılar; ama “Forrest Gump” benzeri bir hasılatı yapmasını sağlayacak denli güçlü bir masal değil. Tom Hanks’in sevilen bir star olduğu da doğru ama, burada Schwarzenegger de dahil hiçbir starın tek başına sağlayamayacağı rakamlar söz konusu. O yüzden, yüksek gişe başarısının önemli bir nedeninin Forrest Gump karakterinden geldiğini söyleyebiliriz.

Peki ama, neden seyirciler Forrest Gump’ı bu kadar seviyorlar ?

Onu seviyorlar çünkü Gump insanların içlerinde bir yerde gizli kalmış iyi yönlerine sesleniyor. İflah olmaz romantikliği, çocuksuluğu, saflığı, asla sert, katı davranmaması, iyimserliği, hoşgörüsü etkiliyor seyirciyi. Artık yitirdiğimiz masumiyetin simgesi olarak algılanıyor Forrest.

Yaşamı, gerçekte olduğu gibi algılayamasa da, her şeyi yoğunluğuna yaşaması da olumlu bir başka özelliği. Tek aşkı Jenny’yi onu sonsuza kadar bekleyebilecek denli seviyor, annesine tapıyor ve becerebildiği her şeyi gidebileceği son noktaya kadar götürüyor: Mükemmel masa tenisi ve beyzbol oynuyor, iyi savaşıyor, koşmaya başlayınca durmak bilmiyor.

Tüm bu özellikleriyle Forrest, 80’li yılların hırslı, atak, Makyevelist, sinirli, kötücül film karakterlerinin tam karşıtı. 90’lı yılların, giderek yumuşamaya başlayan dünyasına gökten düşmüş bir melek, örnek alınması gereken bir kişilik. Yitik “baby-boomers” kuşağından, “generation x”e uzanan bir köprü; 1968’in ve 80’lerin yaralarını saran bir Lokman Hekim, çağdaş bir Sidarta.

Film, kahramanının bu özelliklerini özenle çizmekle kalmıyor, Jenny’nin “serkeşliği”, “yanlış ilişkileri”, “tuhaf özgürlük anlayışı” gibi “kötü” özellikleriyle ve Yüzbaşı Dan’ın ölümüne hırçınlığı ve yaşama duyduğu nefretle karşılaştırmamıza da olanak sağlıyor.

Forrest’a beslenen bu sevginin altında, özellikle ABD sinema seyircisinin ezbere bilinen bir başka özelliğinin, sakatlara, yardıma muhtaçlara düşkünlüğünün de payı olsa gerek. Anımsanacağı gibi bu özellik, “Rain Man-Yağmur Adam” gibi filmlere blockbusterlar düzeyinde iş yaptırmıştı.

Elbette ki tüm bunlar filmi, kahramanının özelliklerine indirgediğim anlamına gelmiyor. Tabii ki “Forrest Gump”ın başarısında, Zemeckis’in ustalığının da payı var. Başta ve sonda gördüğümüz tüy gibi yumuşacık bir anlatım tutturuyor, çağdaş teknolojiye çok hakim, yer yer son derece etkileyici, hatta dokunaklı sahneler, sinemasal anlar yaratmayı beceriyor; dolayısıyla filmini sinemasal düzeyiyle de saygın bir yere oturtuyor.

Zemeckis’in üslubu, filmi herhangi bir kurdele olmaktan çıkarıp, görkemli bir masala dönüştürüyor. “Death Becomes Her-Ölüm Kadına Yakışır” gibi masalların sahip olmadığı bir düşünsel zemine sahip, kıssadan hissesi sağlam, son derece çarpıcı bir masala.

Ne kadar çekici olursa olsun, sonuç olarak bir masal olması “Forrest Gump”ı, üzerinde fazla düşünmeden sevmemizin önünde ciddi bir engel olarak duruyor. Yazık ki Zemeckis’in yapıtı, biraz sorgulanınca pulları dökülmeye başlayan, yaklaştığınızda çirkin tarafları da görülebilen bir film.

Forrest’ın yukarda saydığım tüm özelliklerinin oturduğu zemin ilginç: Son 30-40 yıllık ABD tarihinin tüm güzel yönleri... Kızıl Çin’e karşı kazanıldığı için ideolojik bir değer de taşıyan masa tenisi zaferi, beyzbol, ırkçılığın son bulmasına katkı... Buna karşılık Jenny aynı toplumun kötü özelliklerini taşıyor: Uyuşturucu, o yataktan ötekine zıplaması, babası Forrest da olsa, evlilik dışı bir çocuk... Forrest ölümüne severken, Jenny bu sevgiyi karşılıksız bırakıyor, hep kaçıyor... Kısacası Forrest vatan hizmet gibi yüksek erdemlerin, Jenny ise erdemsizliğin simgesi. Yaşama bir sakat olarak başlayan Forrest sağlığın, Jenny ise sağlıksızlığın simgesi...O yüzdendir ki Forrest çaba harcamamasına ve düşük zekasına karşın büyük paralar kazanırken Jenny’nin hep bir “tutunamayan” olarak kalması, filmin ilk bakışta görüldüğü kadar masum olmadığının bir kanıtı.

İşte bu bakış açısı, filmin an sakat noktası... Savaş karşıtı olmanın kötü, savaş kahramanlığının iyi olarak sunulduğu bir yapıtla karşı karşıyayız. İkincisi “Forrest Gump” 68’i, iyi ve kötü yönleriyle birlikte ele almayan, Batı toplumunda yarattığı olumlu dönüşümlerden hiç bahsetmeyen, geleneksel tutucu bakış açısıyla, yalnızca küfür/uyuşturucu/özgür seks bağlamıyla sunan bir film. O yüzden de Zemeckis’in, “Bir kuşağı yorumsuz anlatmaya çalıştım” demesi, koca bir yalandan başka bir şey değil.

Şöyle bir iki yüzlülükle birlikte üstelik: Filmin meraklılarını çok heyecanlandıracak bir soundtrack albümü var; 30’dan fazla ünlü şarkı çalınıyor. Üstelik bunlar, 60-70’li yılların çok ünlü Rock şarkıları. Doors’tan Lynyrd Skynyrd’a, Creedence Clearwater Revival’dan The Mamas and The Papas’a, o döneme damgasını vurmuş grup ve sanatçıların, 68 kültürünü yansıtan “Sweet Home Alabama”, “Blowin’ In The Wind”, “California Dreamin”, “Break On Through”, “Mrs Robinson”, “San Francisco (Be Sure to Wear Flowers In Your Hat)”, “Aquarius” gibi şarkıları kullanıyor ama, filme bakarsanız bu şarkıları, koca bir Rock müziğini ve kültürünü yaratan 60’lı yıllar, o kadar da iyi değilmiş...

En önemlisi ise belki de şu: Uygar Şirin’in geçen ayki Antrakt’ta yazdığı gibi film, ABD’ye gülümseyerek bakıyor. Ama ne yazık ki Amerikan toplumunun bu son on yılları gülümseyerek anımsanamayacak olaylarla dolu. Vietnam’ın ya da Watergate’in esprili bir bakış açısıyla sunulması trajik ve yaralayıcı ve Ku Klux Klan da yalnızca “başlarına çarşaf geçirmiş insanlar” değildi...

O yüzden, şimdilerde ABD’de esen, Gumpizm rüzgarının kanıtladığı tek gerçek, -yine Uygar’ın dediği gibi-, ortalama Amerikalının zeka düzeyinin 75 civarında olduğu. “Yaşam bir kutu çikolata gibidir. İçinden ne çıkacağını asla bilemezsin” gibi sözlerde derin bir bilgelik bulmak, Forrest’ınkini aşan bir budalalığı gerektiriyor. Ayrıca aklı başında hiç kimse Forrest kadar başarılı olmayı arzulasa da, yaşamı bunca uzaktan izlemeyi istemez herhalde. Sevdiğiniz kadının, yalnızca acıdığı için yatağınıza girmesi hoş bir durum olmasa gerek.

Tabii ki ortalama seyirci tüm bunları düşünmek yerine, kendisine tatlı tatlı anlatılan masalın keyifli uyuşukluğunu yaşamayı yeğliyor ve filmi çarpıcı bir ticari başarıya sürüklüyor: Yalnız ABD’de 300 milyon doları bulan bir gişe başarısına, romanın 30 bin, filmle ilgili kitabın 1.5 milyon, Gumpizm başlıklı aforizmalar kitabının ise 150 binlik satışları ekleniyor. Tabii ki tişörtler, soundrack vb. yan ürünler de var işin içinde. Filmi ülkemizde de, Aralık ortası itibarıyla, 8. Haftasında 255.434 kişi izlemiş durumda.

Tüm bu sayılar, yapımcıların, seyircilerinden çok daha akıllı olduklarını gösteriyor. “Forrest Gump” içinde bulunduğumuz dönemin en çarpıcı projelerinden biri; tam zamanında pişirilip sofraya kondu. Winston Groom’un 8 yıl önce yayımlanmış romanı, 80’li yıllarda filme alınsa, böyle bir etki yaratmayacak, gişede böyle bir başarı asla kazanamayacaktı. Çünkü henüz Clinton dönemi başlamamıştı sinemada. Forrest gibi yoksul bir Güney çocuğu olan Clinton’ın başkan seçilmesiyle, Hollywood’ta, “Regarding Henry-Kendini Arayan Adasm” gibi filmlerle hafiften başlamış olan yeni dönem, “Fearless-Korkusuz” gibi daha olgun meyveler vermeye başladı. Reagan tipi sağcılık, yerini daha yumuşak bir bakış açısına bırakır, ABD dünya jandarmalığı misyonundan uzaklaşmaya başlarken, Amerikan toplumu da 80’lerin kötü etkilerini atlatmaya girişti. ABD için devletten topluma uzanan bir köprü, “yukarda” üretilen mesajları, “aşağıya” ileten bir verici, yeni yaşam tarzlarını üreten bir merkez konumundaki Hollywood da Forrest Gump gibi yeni tür filmler yapmaya başladı.

Bunda bir sakınca yok tabii ki; tam tersine “Field Of Dreams-Düşler Tarlası” gibi filmleri, “The Working Girl-Çalışan Kız” gibilere bin kere yeğlerim; sorun Forrest Gump’ın film karakteri olmaktan çıkıp, daha yüce, kutsal bir yere oturtulması, ilahlaştırılması... Sorun Forrest Gump değil, Gumpizm...

Oysa ihtiyacımız yok Forrest gibilere... Yaşamın, onun görebildiğinden daha kötü olduğunu biliyoruz; bilincimiz de, bu gerçeklikten kaçmaya çalışmanın, anlamının da, olanağının da olmadığını söylüyor... Hele bir çeşit zihin körlüğüne sığınarak...

Antrakt, Şubat 1995, Sayı: 41

Forrest Gump
Yönetmen:
Robert Zemeckis; Senaryo: Eric Roth (Winston Groom’un aynı adlı romanından); Yapımcılar: Wendy Finerman, Steve Starkey, Steve Tisch; Görüntü yönetmeni: Don Burgess; Müzik: Alan Silvestri; Kurgu: Arthur Schmidt; Oyuncular: Tom Hanks (Forrest Gump), Robin Wright Penn (Jennifer), Gary Sinise (Dan Taylor), Mykelti Williamson (Benjamin Bufford-Blue), Sally Field (Bayan Gump); 1994 ABD yapımı; 142 dakika

Mutluluğun filmini yapabilir misin Roland: "M.Ö. 10,000"

Film geçmişi değil, günümüzde yaşananları anlatıyor, tabii ki Irak’ı işgal edenlerin bakış açısıyla… Üstelik BOP harekatının aslında petrolle falan değil, kadim metinlerde tam da bu dönem yaşanacağı söylenen “büyük savaş”la (Deccal-Mehdi) ilgili olduğunu da vurguluyor

Günümüzün en moda felaket senaryolarından biri Marduk gezegeniyle ilişkili: 2012’de Dünya’nın çok yakınından geçişinin kitlesel ölümlere yol açacağı sanılıyor, en eski ve ileri uygarlıklardan biri olan Mayaların, takvimlerinde 2013 yılını göstermemiş olması, insanlığın o tarihi göremeyeceğine dair önemli kanıtlardan biri sayılıyor. Haliyle Holivud’da bu ilginç öyküyü işleyecek bir filmin hazırlıkları sürüyor. Adı: “2012”.

Ve yönetmeni: Roland Emmerich.

Kimileri onu “fantastik filmler yapan popülist bir sinemacı” olarak tanıyor ve tanıtıyor, oysa “2012”nin tipik bir Emmerich projesi olmasının nedenleri ideolojik. Fantastik filmlerin arasında (2000’de) “The Patriot-Vatansever”i neden kotardıysa, aynı siyasi sebeplerle “2012”yi yapıyor.

Çünkü Emmerich, “dev yalanlar”ın sinemacısı… Örneğin yüksek bütçeli uzaylı istilası filmi yapabilecek belki 30 yönetmen vardır, ama sadece onun filminde ABD Başkanı bizzat uçağa atlayıp “kötü uzaylıları” tepeler. “The Fifth Element-Beşinci Güç”, “Abyss”, “War of the Worlds-Dünyalar Savaşı” gibi filmlerdeki bakış açısını, temaları “Independence Day-Kurtuluş Günü”nde bulamazsınız. Çünkü onun amacı ve işlevi, belli bir ideolojinin propogandasını mümkün olan en geniş kitlelere yaymaktır. Bu nedenle kullandığı her öğenin çok basit olmasına özen gösterir.

“M. Ö. 10,000”in öyküsü gibi: D’leh (kahraman anlamına gelen Almanca “held” kelimesinden üretilmiş) ve kabilesi, mutlu mesut yaşamaktadır (Filmde sadece o kabile İngilizce konuşur). D’leh’in sevdiği mavi gözlü kız başka kabiledendir, kimsesizken alınıp onların değerleriyle büyütülmüştür. Köle tacirleri köyü basıp insanları öldürür, kızı ve başkalarını kaçırır (kötü adamlar hep Ortadoğu “tipli”). D’leh kızı kurtarmak amacıyla tacirleri takip eder, yol boyunca başka kabilelerle dostluk kurar, liderlik vasıflarına haiz olduğunu onlara da kanıtlar (bu süreçte hep Tanrı’nın yardımını alır). Birleşik bir orduyla çöle girer, fakat çıkışı bulamaz, uzun süre dolaşırlar. Sonunda D’leh “göksel bilginin” sayesinde yolu bulur, piramitleri inşa etmek amacıyla binlerce insanı köle olarak çalıştıran zalim “Kudretli”yi öldürüp herkesi esaretten kurtarır.

Yani film geçmişi değil, günümüzde yaşananları anlatıyor, tabii ki Irak’ı işgal edenlerin bakış açısıyla… Üstelik BOP harekatının aslında petrolle falan değil, kadim metinlerde tam da bu dönem yaşanacağı söylenen “büyük savaş”la (Deccal-Mehdi) ilgili olduğunu da vurguluyor ve akla ziyan bir Mesih propogandası yapıyor (arada Hz. Musa’yı da selamlayarak)… Üstelik, olup biten her şeyin sadece İngilizce konuşanların değil, diğer kabilelerin kadim kehanetlerine de uygun olduğunu (yani D’leh’in “seçilip yollandığını”) çeşitli kereler vurgulayarak...

“Apocalypto” (Mel Gibson, 2006) ve “Pathfinder” (Marcus Nispel, 2007) gibi filmlerden “aşırı ölçüde” yararlanan senaryo, Emmerich’in amacına uygun olarak sekizinci sınıf bir klişeler bohçası: Popüler sinemanın şablonları, bilimsel bulgular ve Erich Von Daniken gibi gizem araştırmacılarının her iddiası gözden geçirilmiş, işe yarar olanlar seçilmiş, mümkün olan en basit öykü içinde karşımıza getirilmiş: Mamutlar da, köle avcılığı da var filmde, doğru düzgün bir tek karakter yok ama Atlantisliler bile var (Kudretli ve iki arkadaşının uzaydan geldiğine dair bir rivayet varmış, bir söylentiye göre de batan bir kıtadan kaçmışlar)

Kimse mamutların tam olarak ne zaman yok olduğunu veya Atlantis’in gerçekten var olup olmadığını bilmiyor ya, bu durum Emmerich gibilerin işine geliyor, “uydur kaydır” yelpazesini geniş tutma imkanı artıyor: Binlerce kişinin “Kudretli” diye anmasına neden olan özelliklere sahip birini, çok uzaktan atılan bir mızrakla öldürmek mümkün olabiliyor örneğin…

Yani: O binlerce insan salakmış, Kudretli’den anlamsızca çok korkmuş, sırf o istiyor diye kim bilir kaç yıldır piramitleri yapmak için uğraşıp durmuşlar. Ve akıllarına Kudretli’nin Tanrı mı, fani mi olduğunu kontrol etmek bile gelmemiş (Bu cümleler Neo-Conların Müslüman halklara bakışının özeti gibi oldu, ama filmin hikayesi öyle kurulmuş ki sanırsınız bizzat Başkan Bush kaleme almış).

Kibirli Batı uygarlığının piramitlerin o yıllarda nasıl inşa edilebildiğini hala açıklayamıyor, işlevlerini (örneğin şifayla ilişkisini) hala çözemiyor oluşu Emmerich’i ilgilendirmiyor. Nostradamus’un kehanetlerinin neden artık yanlış çıktığına da kafa yormuyor (Ünlü Rus kahine göre 1999 “bitiş yılı” idi, 3. Dünya Savaşı yüzünden insanlığın önemli bir bölümü yok olacaktı, bu nedenle 10-12 yıldır onlarca kıyamet ve Deccal filmi yapıldı/yapılıyor)…

1999’da kıyamet kopmadı, insanlık bitmedi.

2012’de de bitmeyecek…

Hatta “bir üst aşamaya” geçecek; savaşın, açlığın, yoksulluğun olmadığı bir dünya kurulmaya başlanacak…

Fakat bunu geniş yığınlar henüz bilmiyor.

O yüzden seneye, kahraman Amerikalıların “kötü” Marduk’tan tüm dünyayı nasıl kurtardıklarını anlatan, ve gene “Biz olmasak siz mahvolursunuz” mesajını işleyen bir Emmerich filmi seyredeceğiz…

Ve sonra, mesela 2020’lerde, “mutluluğun filmini” yapanlar arasında Roland da bulunacak…

Sinema, Nisan 2008

10,000 BC / M.Ö. 10,000
Yönetmen:
Roland Emmerich; Senaryo: Roland Emmerich, Harald Kloser; Yapımcılar: Roland Emmerich, Mark Gordon, Michael Wimer; Görüntü yönetmeni: Ueli Steiger; Müzik: Harald Kloser, Thomas Wanker; Kurgu: Alexander Berner; Oyuncular: Steven Strait (D'Leh), Camilla Belle (Evolet), Cliff Curtis (Tic'Tic), Joel Virgel (Nakudu), Mo Zinal (Ka'Ren), Nathanael Baring (Baku); 2008 ABD yapımı; 108 dakika; Gösterim tarihi: 7 Mart 2008

17 Ekim 2009 Cumartesi

Anarşik ve fütürist: "Açlık"

Ayrıntıyı yaratmakta çok yetenekli ve parlak, bütünü oluşturmada acemi ve sıradan bir yönetmen o, bu yüzden dört dörtlük filmlere imzasını atamıyor

Şarkıcı olduğunu az sonra anlayacağımız bir gencin yırtıcı görüntüsüyle açılıyor “Açlık”. Fütürist müziğin rahatsız edici tonları eşliğinde, dans eden insanları ve onlardan farklı oldukları hemen belli olan Miriam ile John’u görüyoruz. Paralel kurgu sürüyor, mekan değişiyor; müzik, dans, erotizm ve şiddetin iç içe geçtiği, çıldırmışa benzeyen bir maymunun olağanüstü enerjisinin ve eşine uyguladığı şiddetin görüntülerinin de araya girdiği bir sahne başlıyor. Görüntüler sürerken Bauhaus’un, David Bowie’nin Tin Machine isimli grubuyla yıllar sonra yapacağına benzer, enerji dolu, tedirgin edici, anarşik müziği sürüyor, üstelik “Bela Lugosi ölümsüzdür,” gibisinden sözlerle.

Tony Scott'ın 1983 yılında, henüz ilk filminde kurduğu dünyaya ayak basıyorsunuz böylece. Her planı ve açılış sekansı, ancak aynı sıfatlarla tanımlanabilir nitelikte: Tedirgin edici, anarşik, enerji dolu ve kesinlikle fütürist...

Çok özel, benzerine az rastlanır bir açılış sekansı bu; insana film izlemekte olduğu salondan çok daha büyük bir yerde, örneğin yemyeşil bir vadide, kocaman bir ateşin çevresinde, yalnızca vurmalı çalgılar eşliğinde çırılçıplak dans eden binlerce kişiyle birlikte ayin yapıyormuş duygusu veriyor. Sekans boyunca izlemekte olduğunuz görüntülere “reklam ve/veya klip estetiği” diye dudak büküp geçmez, kendinizi filme bırakırsanız, o ayine kapılıp gidiyorsunuz. Zaten filmin devamında da aynı üslup sürüyor.

Tony Scott reklam filmleriyle geliştirdiği üslubunu, elindeki öyküye tam oturacak biçimde yeniden üretmeyi başarmış, ağabeyi Ridley Scott’un ustalık eşiğini geçmesini sağlayan “Alien-Yaratık”ın (1979) alanını genişletiyor.

Görsel açıdan son derece etkileyici bir yapıt olan “Yaratık”, tedirgin edici atmosferiyle de dikkat çekmiş, bilimkurgu ve gerilim sinemasına yenilikler getirirken, çarpıcı bir üçlemenin de yolunu açmıştı. Bir başyapıt olduğuna kuşku yok, ama Ridley Scottt’ın elinde fütürist bir atmosfer ve muhteşem bir korku unsuru olarak, tasarımı yapan H.R. Giger’in benzersiz çalışmasıyla olağanüstü bir etki gücüne ulaşan Yaratık zaten vardı. Tony Scott “Açlık”ta daha zor bir işe sıvanıyor, vampirlerle ilgili bir öykü anlatıyor güya ama, uzayan dişler, yüreğe saplanan tahta kazıklar kullanmadan, vampirlerin uyguladığı şiddeti, insanlar arsında yaşanandan farksız biçimde göstererek tedirgin edici olmayı başarıyor.

Klip estetiği dedikleri...
Bu başarısında Scott’ın görsel üslubunun payı büyük. Öndeki figürü çok net, gerideki her şeyi ise tümüyle flu gösteren, grafik değeri de yüksek tele planlar, sürpriz yakın planlar, kamera hareketinin hemen her çeşidi, kabaca “çarpıcı” diye adlandırılan bir kurgu anlayışı, geleneksel sinemanın sakin yaklaşımını reddederek çok hızlıdan çok yavaşa çabucak geçiveren film temposu, özenle tasarlanmış bir ışık, yenilikçi bir ses ve müzik kullanımı...

Bu üsluba bugün yalnız Hollywood ve kimi Avrupa filmlerinde değil, video kliplerde ve reklam filmlerinde de rastlıyoruz. Bu paralellik çok doğal, zaten Tony Scott, ağabeyi Ridley, Alan Parker ve Adrian Lyne ile birlikte bu üslubun bugünkü düzeyine varmasını sağlayan bir grup İngiliz yönetmenden biri. Andığım isimler, Alfred Hitchcock, Federico Fellini, Andrey Tarkovski, Orson Welles, Sergio Leone gibi auteur’lerden aldıkları görsel anlatım biçimlerini geliştirdiler,1974 tarihli “Jaws”tan başlayarak Steven Spielberg’in sinemaya kazandırdıklarını çoğalttılar. Bu gelişme sinemanın, önce televizyon ve ardından videonun yaygınlaşmasına karşı, seyircisini elinden kaçırmamak için geliştirdiği büyük ekran avantajını kullanma (küçük ekranda keyfi çıkmayacak bir “görkem duygusu” yaşatma) stratejisinin bir gereği olarak doğdu, üslubu geliştiren yetenekli yönetmenlerin başarıları sayesinde bugünkü sinemanın da temel taşlarından biri oldu. Fakat şu farkla: Artık popüler sinema ürünleri, yukarda sıraladığım anlatım biçimlerini, çok daha ehlileştirmiş, seyirciyi rahatsız etmeyecek bir tarzda kullanılıyorlar.

“Açlık” ise, popüler sinemanın gerektirdiği denetimi reddettiği, tedirgin edici atmosferini sonuna kadar koruduğu için önemli. Örneğin Miriam’ın Sarah’yı beslemek için eve getirdiği genci asansörde “avladığı” tedirgin edici sahne, delikanlının (seyirciye göre) sağdaki aynada kadını gördüğü an kameranın onunla birlikte hızla sola çevrinip Miriam’ın orada olmadığını gösterdiği bir plan içeriyor. Buradaki kamera hareketi, artık pek rastlamadığımız bir vahşi üsluba yaslanıyor. Popüler sinema, gerilim/korku filmlerinde bile seyircisini bu kadar rahatsız etmekten kaçındığı için, bu plandakine benzer anlatım biçimlerinin çoğu son dönem Hollywood ürünlerinde bulunmuyor.

Desteklenen, yaygınlaşan ve artık kanıksanan bir denetimi reddeden, daha delifişek bir üslup geliştiren “Açlık”, Tony Scott’ın artık çok gerilerde bıraktığı bir yaratıcı dönemin ilk ve son örneği. Çünkü yaratıcısı, bir sonraki filmi “Top Gun”dan (1986) başlayarak A sınıfı Hollywood filmleri yönetmenleri arasına katıldı, anlatımını evcilleştirmekle kalmayıp, reklam estetiğini geliştiren, çok stilize görüntülerle bezeli filmlerin ustalarından biri olmayı yeğledi. Artık o da seyircisini rahatsız etmekten kaçınıyor.

Yaratıcılık ve ustalık
“Açlık” yalnızca atmosferi ve sinemasal anlatımı açısından değil, örneğin senaryosuyla da çok yaratıcı bir çalışma. Net bir biçimde ayrılmış iki bölümden oluşan (Miriam ve John, Miriam ve Sarah) senaryonun en önemli özelliği, yalın ve çok görsel olması. Sınırlı sayıdaki sahne, mümkün olan en etkileyici biçimde tasarlanmış, çok az diyalog kullanılmış, yönetmene, sahneyi dilediği gibi kurma, dilediği uzunlukta çekme özgürlüğü baştan sağlanmış. O da bu özgürlüğü, John’un hastanede Sarah’yı beklerken hızla yaşlanması ve Alice cinayeti gibi, 5-6 dakikanın üzerine çıkan uzunlukta, kısa film ya da video klipler olarak da düşünülebilecek bölümler düzenlemek için bir avantaj olarak kullanmış, böylece filmini daha ayrıksı ve özel bir yere oturtmuş. Bu bölümler, estetik bakımdan doruk noktalarını belirliyorlar, üstelik bu yalnız “Açlık” için değil, “reklam estetiği” denen anlayışın sinema filmlerine kazandırıldığı yaklaşık son 20 yılın sinema filmleri için de geçerli.

Senaryo Whitley Strieber’in romanıyla vampir mitolojisine getirdiği yenilikleri tazeliyor. Giovanni Scognamillo’nun belirlemelerine göre “Açlık” romanı, vampirleri ayrı ve üstün bir ırk olarak alıyor, kökenlerini eski Mısır’a dayandırıyor. Vampirler, bir insanı ısırarak vampir yapamıyor, yalnızca uzun süre genç kalmalarını sağlayabiliyorlar. Kanı değiştirip güçlendirerek biyolojik saati böyle durdurmaları, damarlarında vampir kanı dolaşmaya başlayan insanların zamanı geldiğinde aniden çökmelerine yol açıyor. Çünkü aslında biyolojik saati durdurmamış, yalnızca çok ileri bir tarihe kurmuş oluyorlar. Strieber’in getirdiği bir yenilik de, vampirlerin sonsuza kadar yaşamak zorunda olmaları...

Bu noktada Hollywood’un yaklaşımına tipik bir örnek yakalıyoruz. Strieber’in romanı, Sarah’ın intiharından (vampir olmayı reddetmesinden) sonra Miriam’ın eski sevgilileri tarafından anlamsız bir biçimde öldürülmesiyle son buluyor. Böylece film, romanın taşıdığı tedirgin edici finalden kurtuluyor, -Sarah’ın Miriam’ın yerine geçmesini göz ardı ederseniz- “kötü”nün cezasını bulması, seyirciyi rahatlatıyor.

Tabii ki bu özelliğini filmin olumlu bir yönü değil, hatası olarak görüyor, Strieber’in geliştirdiği çerçeveye zaten aykırı olan finalin, filmi ciddi biçimde zedelediğini düşünüyorum.

“Açlık”ın en çarpıcı bölümleri, -vampir mitolojisinde de özel bir yeri bulunan- baştan çıkarma sahneleri... Yönetmenin bu temaya yaklaşımı enikonu ustaca, ilkinde, Miriam ile John arasındaki kaçamak bakışmalarda beliren “suç ve keyif ortaklığı”nı gösteriyor, ikincisinde Denevue’ün piyano çalmayı yeğleyip, Sarah’yı onunla yoğun biçimde ilgilenmeksizin etkilediğini belirtip insandan çok daha güçlü bir yaratık olan vampirin karizmasının ve gücünün altını çiziyor. Scott’ın dersini iyi bellediği, baştan çıkarma olgusunu hakkıyla irdeleyebilmek için, banyodaki sahnede Miriam’ı bir koltuğa oturtup hemen kaldırarak sahneleme prensiplerini zorlamaktan çekinmemesinden de belli. Filmin üç başrol oyuncusu, özellikle baştan çıkarma sahnelerinde olağanüstüler.

Çapaklar
Tony Scott’ın diğer filmlerinden de bildiğimiz kimi hata ve zaafları filmi zedeliyor. Paralel kurguyu çok seven Scott’ın hemen her filminde, bu zaafı uğruna sinema duygusunu harcadığı kimi bölümlere rastlanıyor, son filmi “The Fan-Fanatik”te Gil’in (De Niro) Jerico’yu saunada öldürdüğü sahne gibi. “Açlık”ta da, Miriam’ın sevgilisi Tom’u öldürdüğünü (vampir olmayı kabul ettiğini) anladığı planı birkaç parçaya bölmüş, araya Miriam’ın eski Mısır’da bir zenci kölenin kanını içerken gösteren planları serpiştirmiş.

Yönetmenin belli bir anlamın altını kalınca çizme hastalığına da rastlanıyor filmde. Miriam’ın, itiş-kakış sırasında yere düşen Polaroid’in çektiği son fotoğrafı bulup John’un Alice’i öldürdüğünü anladığı an, flashback kullanarak makinenin yere nasıl düştüğünü anımsatıyor örneğin. Aynı şekilde Miriam ve John’u bir ahırda öpüşürken gösteren (17.-18. yüzyıl İngilteresi’ni düşündüren) geriye dönüş, John Miriam’a “sonsuza dek” dediğini anımsattığında bir kez daha yineleniyor, bu yineleme olmazsa seyirci adamın neyi kastettiğini anlamayacakmış gibi. Bunlar Scott’ın üslubundaki çapaklar, her filminde örneği görülüyor.

Sinema duygusu ve birikimi yetersiz olduğu için, Miriam ile Sarah arasındaki sevişme/kanlarını birleştirme sahnesinden kanlı biftek tabağına kesme yapabilecek kadar “kitch” noktalara düşebilen Tony Scott, olağanüstü bir estetik düzeye sahip planlar çekiyor, ama bunları birleştirip etkileyici sahneler yaratmakta yetersiz kalıyor. Ayrıntıyı yaratmakta çok yetenekli ve parlak, bütünü oluşturmada acemi ve sıradan bir yönetmen o, bu yüzden dört dörtlük filmlere imzasını atamıyor.

Bugüne kadar yaptığı en iyi film olan “Açlık” bile, Tony Scott’ın yönetmenliğindeki sorunları örnekliyor. Filmografisinde “Blade Runner-Ölüm Takibi” (Ridley Scott), “Angel Heart-Şeytan Çıkmazı” (Alan Parker) ya da “Jacob’s Ladder-Dehşetin Nefesi” (Adrian Lyne) ayarında tek bir film bile bulunmamasının nedeni bu “çapaklar” zaten.

Antrakt, Sayı: 61, Mart-Nisan 1997

The Hunger-Açlık
Yönetmen: Tony Scott; Senaryo: James Costigan, Ivan Davis, Michael Thomas (Whitley Strieber'in romanından); Yapımcı: Richard Shepherd; Görüntü yönetmeni: Stephen Goldblatt, Tom Mangravite; Müzik: Denny Jaeger, Michel Rubini; Kurgu: Pamela Power; Oyuncular: Catherine Denevue (Miriam), David Bowie (John), Susan Sarandon (Sarah), Cliff De Young (Tom), Beth Ehlers (Alice), Dan Hedaya (Allegrezza); 1983 İngiltere yapımı; 100 dakika; Dağıtımcı firma: Umut Sanat Ürünleri; Gösterim tarihi: 5 Haziran 1998

16 Ekim 2009 Cuma

"Gizli İlişkiler"

Rastlantıları bir öyküleme aracı olarak kullanan eser, dramatik yapıda sıkça karşımıza çıkan sır ve gizemlerin çözümlerini de tesadüflere bağlayarak rastlantı sandığımız ortamların “hazırlanmış” olduğunun altını çiziyor

Chris Terrio’nun ilk uzun metrajlı filmi “Heights”, içinde bulunduğumuz “uyanış” döneminin karakteristik özelliklerine çok uygun bir eser. Özellikle yaşamın makro düzeyleriyle ilgilenmek amacıyla mikro yönlerine eğildiği için… Amy Fox’un tek perdelik oyunundan hareketle Fox-Terrio işbirliğiyle çıkan senaryonun her satırı bu hedefe uygun olarak son derece bilinçli ve ustaca yazılmış.

Çoğu tiyatrocu ve çoğu genç bir oyuncu kadrosuna yaslanırken Eric Bogosian gibi ustalara da yer veren filmin en çarpıcı ismi Glenn Close… Bu sanatçı -hep yaptığı gibi- muhteşem oynarken, filmin merkezindeki 5 karakterden biri olmasına karşın, filmin meselelerine ve alt metnine en uygun performansı çıkarmış.

Öndeyiş niteliğindeki ilk sahnede Close’un canlandırdığı Diana Lee, Shakespeare’den hareketle modern insanın sorununa parmak basıyor: “Tutkumuzu yitirdik, geçmişte yaşayanlar kadar ateşli değiliz”… Bu epilogun ardından film, sıradan bir sonbahar sabahında Diana’nın fotoğrafçı kızı Isabel ile, evlenmeye hazırlandığı avukat Jonathan’ın birlikte oturdukları dairede açılıyor ve bir dizi karakteri daha ekleyerek ertesi sabaha varıyor: Genç oyuncu Alec ve ünlü fotoğrafçı Benjamin Stone’la ilgili bir yazı hazırlamak amacıyla eşcinsel sanatçının eski model/sevgilileriyle görüşen Peter’la birlikte odaktaki beş kişi tamamlanıyor ve tabii ki bu beşinin çevresinde, her biri filmin temaları bakımından belirli misyonlar üstlenmiş başka ilginç insanlar da var.

Rastlantıları bir öyküleme aracı olarak kullanan eser, dramatik yapıda sıkça karşımıza çıkan sır ve gizemlerin çözümlerini de tesadüflere bağlayarak rastlantı sandığımız ortamların “hazırlanmış” olduğunun altını çiziyor… Isabel’in, nişanlısının sırrını öğrenmesini, iki ayrı koldan gelişen iki tesadüfü aynı anda doruğa eriştirerek sağlayan senaryo, bu tavrıyla (o sahneye kadar anlayamamış olanlar için) kurduğu yap bozun anahtarını da sunmuş oluyor: O dakikada seyircinin başka hiçbir şansı kalmıyor: Ya tüm senaryoyu (ve dolayısıyla filmi) hikayesini bu kadar zorladığı için ağır eleştirecek, ya da filmde işlenen meseleleri ve Fox ile Terrio’nun bakış açılarını anlayacak…

Alt metin
İlk bakışta filmin ilişkileri ele aldığı sanılabilir, aslında öndeyişinde işaret ettiği meseleyle uğraşıyor: İnsanlar tutkularını neden kaybettiler?.. Hemen ilk sahnelerde “metnin çok dürüst olduğunu” iki kez vurgulayarak bu soruları cevaplayan film, gerçekten dürüst bir metni kullanarak, öncelikle kendilerine dürüst olamayan insanların, tam da bu nedenle mutluluğa ulaşamamaları ve bunun nedenini de anlayamamalarındaki trajediyi sergiliyor ve hayatın insanları kendi gerçeklikleriyle yüzleşmeye nasıl zorladığını gösteriyor. Sonuçta film dürüstlüğü kendi ana karakterlerinden birini yalanlamaya kadar vardırıyor: Kimse tutkusunu kaybetmemiş aslında, sadece gömmüş…

Mecburen…

Öncelikle modern yaşam yüzünden…

Senaryonun New York’lular ve çeşitli nedenlerle oraya gelenlerle ilişkili sunduğu malzemeye, Terrio’nun çok akıllıca kurduğu görsel yapı da eklenince, sinema tarihinin belki de en New Yorklu filmi ortaya çıkmış: Metrosu, terasları, caddeleri ve taksileriyle New York filmin ana motiflerinden biri, ki bu da son derece anlamlı: Her kültürden insanın yan yana yaşamaya çalıştığı bu dev metropol, Batı ülkelerinin insanlarını ağırlığıyla ezen yaşam biçiminin belki de en etkili simgesi/sahnesi… Aşırı kalabalık, sürekli bir mücadele gerektiren gündelik yaşam, yüksek suç oranı, stresli iş hayatı ve tabii ki 11 Eylül’le doruğa çıkan paranoya, bu kentte yaşayanları otomatik olarak kabuklarına çekilmeye, içlerine kapanmaya itiyor. Böylece savunma en değerli edim ve sırlar en büyük hazine hale geliyor ki, tam da bu yüzden insana dair gizemlerin ve insan ilişkilerindeki en büyük sırlardan biri olan eşcinsellik filmin ana temalarından biri…

Ana karakterlerin dördünün ve diğerlerinin sayılamayacak kadar çoğunun sanatçı olması da anlamlı: Sanatçılar sırları anlatma ayrıcalığına sahipler, bu anlamda onlar doruk; hayata dair her şeyi yansıtan birer ayna olabilirler…

Ama ayna fazlasıyla kirli…

Hiç görünmeyen Benjamin Stone başta olmak üzere filmde ele alınan tüm sanatçılar hayat ve sanat hakkında çok bilinçsizler, yeni tanıştığı Isabel’i zekice çözümleyen ve düşüncelerini kıza dürüstçe anlatan Ian farklı gibi görünüyor, hatta filmin en etkili hayat derslerinden biri (Isabel’in onca muhabbete rağmen adama ismini bile sormaması) ondan geliyor ama o da metro kapkaççısına bilinçsiz müdahalesi sonucu göz göre göre bıçaklanıyor.

Toplumun doruğu olarak sanatçıyı sunan ve iki kez sanatçıların, başka alanlarda “performans” sergileyen diğer doruk-bireylerle (Bayan Bush, Nixon vs) nasıl alay ettiklerini gösteren film, yaşamın her alanının sahneye dönüştüğünü de vurguluyor: Herkes, her an oynuyor, her an “mış gibi” yapıyor… Gerçekle bağları çok zayıf, tam da bu yüzden kalpleriyle zihinleri arasındaki derin ikilemin batağında debelenip duruyorlar. Filmin önemli sahnelerinden birinde geçen şu diyalog çok anlamlı: Jonathan aralarındaki ilişkiyi Isabel’e neden anlatamayacağını açıklarken “Onunla ilişkim çok iyi” diyor, Alec soruyor: “Gerçek mi peki?” Jonathan’ın yanıtı çarpıcı: “Epey yakın”…

Bu iki kelime durumu çok güzel özetliyor.

Sigarayı bile nişanlısından gizli içen Jonathan ona tabii ki erkeklerle ilişkisini anlatamaz; bunun nedenlerinden biri de dinleri: O Yahudi, nişanlısı ise o ırkı, Hazreti İsa’ya ihanet edip ölümüne neden olmakla suçlayanların dinine mensup, yani Hıristiyan…Ve şu dönemde bu iki dine mensup olanların çoğu, kendi mutsuzluklarının faturasını, en son gönderilen dinin inananlarına çıkarıyorlar… Ki bu da kendi gerçekliğiyle yüzleşmekten kaçma çabasının bir sonucu…

Velhasıl Batılı modern insan bir açmazda; geçmişte örneğin Lady Macbeth gibi davranmak olağandı ve gelecekte insanlar bu türden korkudan kaynaklanan negatif duygulardan arınmış olacaklar, ama şimdi bu sürecin tam ortasındalar ve o yüzden şaşkınlar…

Orijinal adı “Doruklar” anlamına gelen film, bu şaşkınlığın (ve filmde işlenen tüm temaların) doruğa çıktığı bu dönem çekildiği için çok değerli, ve herhalde ilerde, adına Yeni Çağ denen bu geçiş döneminin, sadece senaryosu değil, sinema diliyle de kilometre taşlarından biri olarak anılacak…

Film+, sayı: 18, Eylül 2006

Heights / Gizli İlişkiler
Yönetmen:
Chris Terrio; Senaryo: Chris Terrio, Amy Fox (kendi oyunundan); Yapımcılar: Richard Hawley, Ismail Merchant, James Ivory; Görüntü yönetmeni: Jim Denault; Müzik: Ben Butler, Martin Erksine; Kurgu: Sloane Klevin; Oyuncular: Glenn Close (Diana), James Marsden (Jonathan), Elizabeth Banks (Isabel), Jesse Bradford (Alec), John Light (Peter), Isabella Rosselini (Liz), Andrew Howard (Ian); 2005, ABD yapımı, 98 dakika; Gösterim tarihi: 18 Ağustos 2006.

"Tehlikeli İlişkiler"

Gino ve adamlarının koridorda yürümelerinden dairedeki çatışma sahnesine kadar her bir planı bu bakış açısına uygun biçimde çeken Wachowski Kardeşler’in işlerini iyi bildikleri ortada; sonuçta filmleri, A sınıfı Hollywood ürünleri kadar başarılı ve kesinlikle çok eğlenceli

Hollywood ve Avrupa sinemasının ortalama ürünlerinin giderek daha da sıkıcı hale gelmesiyle birlikte yaratıcı genç yönetmenlerin kısa yoldan başarı kazanmalarının yolu neredeyse tümüyle kapandı. Bu durum, düşük bütçesi, sürekli merak ve kaygıya yaslanan öyküleri, şiddet ve ihanete yer vermesi dolayısıyla genç sinemacıların kendilerini göstermeleri için ideal türlerden biri olan “kara film”e hız kazandırdı. 90’lı yılların gözdelerinden biri olan bu türün aynı hızla 2000’lere taşınacağı neredeyse kesin. Bunun en önemli göstergelerinden biri gerçek birer kara film örneği olmasalar da türün şablonlarıyla çok içli dışlı duran “The Assassins-Suikast Çemberi” ve “Diabolique-Şeytanca”nın Sylvester Stallone, Sharon Stone gibi starların rol aldığı A sınıfı filmler olarak Hollywood’da çekilmeleri. Bir diğer gösterge ise “Suikast Çemberi”nin senaryo yazarları olan Wachowski Kardeşler’in ilk filmleri “Bound”un ta kendisi. Çünkü “Bound” kara film klişelerini alaya alan bir kara film.

Wachowski Kardeşler’in “yenilikçi” biçiminde anılmaları yanlış, en azından senaryo düzeyinde herhangi bir şeyi yenilemedikleri ortada. Onların yaptığı, karakterleri, öykünün yapısıyla tipik bir kara film kurmak, irili ufaklı bir dizi değişiklikle bunu bir parodi düzeyine yükseltmek, öyküyü ilerletirken bir dizi hınzırlıkla keyifle izlenen bir filmin ortaya çıkmasını sağlamak… O yüzden benzetildikleri kimi isimlerle, örneğin Coen Kardeşler ya da Quentin Tarantino ile aralarında hiçbir bağ yok.

“Barton Fink” ya da örneğin “Pulp Fiction-Ucuz Roman”, öncelikle “tür filmi” değildiler, çok özgün bir bakış açısına sahip, tür sentezi ürünlerdi, yaratıcı ve kesinlikle yenilikçiydiler. Ayrıca bunlar temelde inançla ilgili filmlerdi, yaratıcının yarattığı ürüne ve ondaki kişiliklere inanması ve saygı duyması sonucu ortaya çıkmış, gerçek karakterlerin, insanlık durumlarının işlendiği, gerçek birer dramdılar.

“Bound”un ise dramla uzaktan yakından bir ilişkisi yok. Çünkü “Bound” çok bilinçli yapılmış, özellikle kastedilmiş “şaka film”lerden biri. Türün klişeleri önce anımsatılıyor, hatta altları çiziliyor (klişe metres, “sert erkek” tipinin bir karikatürü olan Corky’nin kahveyi sade içeceğini tahmin ediyor örneğin), sonra bunlarla oynanmaya başlanıyor, örneğin elindeki bir bavul parayı kaptıran gangster filmin bir yerinde dizginleri ele alıyor, özellikle ikinci yarıda öykü, bir oraya, bir buraya yalpalayarak gidiyor, olası tüm finallere açıkken kara filmden çok vasat maceralara yaraşır bir finalle noktalanıyor. Kuşkusuz bu da yönetmenlerin bir seçimi, finalde kazananın da aslında kaybetmiş olduğu bir kara film değil, bir parodi yapmaya sıvandıkları için filmlerini mutlu sonla bitirmelerinde hiçbir sakınca yok.

Gözde bir türün parodisini yapmaları dışında Wachowski Kardeşler’in asıl yeniliği sinema dillerinde. Hollywood tarzı anlatımın yer yer çok stilize, genelde epeyce cilalı, ama akıllıca tasarlanmış, yaratıcı ve hınzır bir biçimiyle karşı karşıya kalıyoruz film boyunca. Örneğin Gino’nun vurulup yere düşüşü, yüzlerce filmden bildiğimiz dramatik bir ölüm planının çok yenilikçi bir versiyonu. Ceasar’ın beyaz boyaların üzerinde vurulması ise gerçekten çok çarpıcı bir buluş, o bölüm, kara film tarihinin ünlü ölüm sahnelerinden hiç aşağı kalmıyor.

Yönetmenleri asıl ele veren ise küçücük bir plan oluyor. Hızla kayarak telefon kablolarını izleyen kamera, rastladığı düğümün üzerinde 360 derece dönüp yoluna devam ediyor. Herhangi bir kara filmde bu tür bir hınzırlığa rastlanmaz çünkü amaç seyirciyi güldürmek değil, tedirgin etmektir. Wachowski Kardeşler’in filminde rastlanabiliyor çünkü onların amacı türün parodisini yapmak, yani eğlenmek ve eğlendirmek.

Bu yüzden de bilinen başka klişelere de yaslanmakta bir sakınca görmüyorlar. Örneğin Violet ile Corky arasındaki sevişme sahnesi, lezbiyenlikle ilişkisi olmayan birilerinin düşünebileceği biçimde yapay ve sıradan. İyi çekilmiş olması, heteroseksüel bakış açısıyla yaratılmış olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Zaten yapaylık Wachowski Kardeşler’in istediği bir şey. Filmlerine baştan sona öyle bir hava veriyor, Ceasar’i Corky ile ilk konuştukları sahnede herhangi bir Martin Scorsese filminden fırlamış bir Joe Pesci gibi konuşturuyor ve oynatıyor, Italyan Mafya babasi Gino’da ise “The Godfather-Baba”nin unutulmaz kişiliği Don Corleone’yi yineliyorlar.

Gino ve adamlarının koridorda yürümelerinden dairedeki çatışma sahnesine kadar her bir planı bu bakış açısına uygun biçimde çeken Wachowski Kardeşler’in işlerini iyi bildikleri ortada; sonuçta filmleri, sinema dili, görüntüleri ve oyunculuklarının düzeyiyle A sınıfı Hollywood ürünleri kadar başarılı ve kesinlikle çok eğlenceli.

Sinema, Sayı:31, Haziran 1997

Bound-Tehlikeli İlişkiler
Senaryo ve yönetim: Larry Wachowski, Andy Wachowski; Yapımcılar: Andrew Lazar, Stuart Boros; Görüntü yönetmeni: Bill Pope; Müzik: Don Davis; Kurgu: Zach Staenberg; Oyuncular: Gina Gershon (Corky), Jennifer Tilly (Violet), Joe Pantoliano (Ceasar), Mary Mava (Barmaid), Barry Kivel (Shelly), Richard C. Sarafian (Gino), John P. Ryan (Micky); 1996 ABD yapımı; 109 dakika; Dağıtımcı firma: Özen Film; Gösterim tarihi: Mayıs 1997

Medya balonu King: "Dönüşüm"

King klasik vampir öyküsüne kimi yenilikler getirmiş oluyor; filmin gerilim-korku sinemasına tek katkısı da bu zaten. Geri kalanı, onlarca filmden ezberlediğimiz gerilim numaraları, çığlıklar, makyaj ustalığı ve görsel efektler…

Günümüz dünyasında sanatla ilgili önemli bir gerçeklik, sanat tüketicisinin medya bombardımanı karşısında duyduğu tedirginlik, hiç kuşkusuz… Medya egemenliği yerleştiğinden beri sanat-ticaret dengesinde öylesine sapmalar görülüyor ki, “medya egemen oldu, mertlik bozuldu” demek abartılı değil. Artık kimin dinleneceğine, kimin resmi daha iyi bildiğine sanatseverler değil, medya karar veriyor; tüketiciyi medya yönetiyor. Medya dünyası birbiri ardına balonlar üretiyor ve salıveriyor gökyüzümüze…

Stephen King, nam-ı diğer “dehşet ustası”, bu balonlardan biri değil kuşkusuz, ama insan onun imzasını taşıyan ürünlere bakınca düşüncelere dalmadan edemiyor. Doğrusu Stephen King adı artık kuşkuyla karşılanıyor…

Bunun için elimizdeki en önemli veri, Stephen King’den uyarlanan hiçbir filmin, senaryosunu kendisinin yazdıkları da dahil, kitaplarının ulaştığı etkiyi yaratamamış olması, “dört dörtlük” mertebesine ulaşamaması… Buna son örnek “The Sleepwalkers-Dönüşüm”… Üstelik bu kez bir uyarlama ile değil, King ustanın özellikle sinema için yazdığı bir senaryo ile karşı karşıyayız… Genç kızların kanıyla beslenen bir anne oğulun öyküsünü anlatan film, konusuyla ilgili çekiyor en başta. Hatta filmdeki, yaratıkların kedilerle ilişkisi, yüzlerindeki ani değişiklikler, görünmez olabilmeleri gibi kimi öğeler, gerilim tutkunlarına zevk verebilecek nitelikte. Ama aynı şeyi filmin tümü için söylemek olanaksız.

King “Dönüşüm” ile klasik vampir öyküsüne kimi yenilikler getirmiş oluyor; filmin gerilim-korku sinemasına tek katkısı da bu zaten. Geri kalanı, onlarca filmden ezberlediğimiz gerilim numaraları, çığlıklar, makyaj ustalığı ve görsel efektler…

Filmi “bir Stephen King yapıtı” olarak gördüğümüzde durum daha da vahim. Çünkü King gerilim-korku türünde “usta” olduğunu özellikle ilk dönem yapıtlarıyla kanıtlamış bir yazar. Çeşitli konuları ele aldığı ve başarılı bir biçimde işlediği biliniyor. Ama King ilk sinema filmi senaryosunda nedense, kendisi için çocuk oyuncağı seçilebilecek bir vampir öyküsü seçiyor… Senaryo yazımındaki kolaycı yaklaşımı, epeydir kendisine yöneltilen eleştirileri haklı çıkarır nitelikte: Evet, yazık ki Stephen King, basit, kendisine hiç yakışmayan ürünler veriyor artık.

Sözün kısası, başıyla sonuyla, tüm trükleriyle önceden belli, sınırlı bir izlence “Dönüşüm”… Bu haliyle de doğrusu, zaman geçirmenin ötesinde bir amaca hizmet edemiyor…

Ve “sıkı” sinemasever, King’in, “Tepki”, “Çağrı”, “Medyum”, “Christine” gibi “sıkı” yapıtlarının düzeyine döneceği zamanı bekliyor…

Sinema Gazetesi, 5-11 Eylül 1992

Sleepwalkers / Dönüşüm
Yönetmen: Mick Garris; Senaryo: Stephen King; Yapımcılar: Michael Grais, Mark Victor, Nabeel Zahid; Görüntü yönetmeni: Rodney Charters; Müzik: Nicholas Pike; Kurgu: O. Nicholas Brown; Oyuncular: Brian Krause (Charles Brady), Mädchen Amick (Tanya Robertson), Alice Krige (Mary Brady), Jim Haynie (Şerif Ira), Cindy Pickett (Mrs. Robertson), Ron Perlman (Soames); 1992 ABD yapımı, 91 dakika; Dağıtımcı firma: WB.; Gösterim tarihi: 28 Ağustos 1992

9 Ekim 2009 Cuma

"Büyük Hesaplaşma"

90’lı yıllar sinemasına hiç uygun olmayan, klasik roman yapısını andıran bir olay görgüsü, hareketten çok karakterlere ağırlık verme çabası, öykünün altına gizlenmiş felsefi metinler, günümüz için hayli ağır sayılabilecek bir film ritmi

Michael Mann filmini iki karakter çevresinde örüyor, iki düşmanın birbirlerine ne kadar benzediklerini açıkça gösteriyor: Neil McCauley ve Vincent Hanna yasalara, topluma hiç aldırmayan, güçlü şiddet eğilimine sahip, zeki, acımasız, işinin ehli ve maço insanlar…

Bu özellikleriyle de, başta Scorsese’ninkiler olmak üzere İtalyan kökenli Amerikalıları konu alan suç filmlerindeki karakterlere çok benziyorlar; ama kimi farklılıklar da yok değil: O karakterler daha İtalyan’dılar ve İtalyan-Amerikalı gangsterler için başarı çok daha önemliyken Hanna ve McCauley yaşama karşı çok kayıtsızlar; tek bir alanda usta ve belki de bu yüzden yaşamlarının diğer alanlarında tümüyle başarısızlar.

Neil -mesleğindeki başarısı bir yana- nihilist bir adam; Vincent ise içindeki nihilist eğilimi polis kimliğiyle çok daha kolay açığa çıkarabildiği sertlikle örtmüş biri. De Niro ve Pacino’nun canlandırıyor olmaları karakterlerin özellikle son saydığım niteliklerinin altını daha iyi çiziyor. Bu iki oyuncu yaşamı tiye alan karakter ve durumlarda inanılmaz başarılılar; ayrıca De Niro tüm sinema tarihinde nihilist bireyi en iyi canlandıran isimlerden biriyken, Pacino da o küçük fiziğinden enerji fışkırtmakta usta.

Karakterlerin bu özellikleri güçlü bir biçimde bir dönem Amerikan sinemasının gangster kahramanlarını, özellikle Sergio Leone’nin “Once Upon A Time In America-Bir Zamanlar Amerika”sını çağrıştırıyor. 80-90’lı yılların polisiyelerinde karakterler üzerinde bunca durulmuyor, örneğin polisler ana hatlarıyla (dağınık, mutsuz ama işinin ehli ve sert) çizilip geçiliyordu; karakterlerine bunca önem vermesiyle Mann, 60-70’li yılların suç filmlerine yüzünü döndüğünü gösteriyor. Zaten “Heat” (gangster filmi olmasa da ortak özellikleri dolayısıyla “Once Upon A Time In the West-Batıda Kan Var”ı da dahil edersek) andığım Leone ürünlerinin, De Palma’nın “The Unthouchables-Dokunulmazlar” ve “Scarface-Yaralı Yüz” filmlerinin, Coppola’nın “The Godfather-Baba” serisinin halefi; zaten “Heat”i bir “Şimdiki Zamanlar Amerika” filmi olarak görmek mümkün.

Yalnızca karakterleri değil filmin tüm yapısı da aynı yönü, Coppola ve Leone isimlerini gösteriyor: 90’lı yıllar sinemasına hiç uygun olmayan, klasik roman yapısını andıran bir olay görgüsü, hareketten çok karakterlere ağırlık verme çabası, öykünün altına gizlenmiş felsefi metinler, günümüz için hayli ağır sayılabilecek bir film ritmi… Reji alanına bakıldığında andığım başyapıtlarla ortak epik yapıyı görebiliyoruz: Ekonomik bir anlatım, son derece işlevsel kamera hareketleri, durgun ve uzun planlar, geniş açılar ve tüm bu özelliklerin ortaya çıkardığı “varoluşçu” anlatıma en önemli katkılardan birini yapan, yumuşak, pek çok sahnede “doğal” sanılabilecek kadar sade ışık. Mann bu epik yapıyı 90’lı yıllar sinemasından doğal olarak etkilenmiş bir biçimiyle yeniden yaratıyor; filminde daha fazla plan, daha karmaşık macera sahneleri ve yer yer daha hızlı bir kurgu var.

Sözün kısası “Heat” 90’lı yıllardan geriye bakan bir yapıt, epik gangster filmlerine bir saygı duruşu…

Filmin Leone ve Coppola yapıtlarına olan benzerliği doğal bir hayranlık yaratıyor Michael Mann ismine karşı; çünkü bu tarz filmler artık yapılmıyor, günümüzün macera modası, son aylarda “Broken Arrow-Kırık Ok” gibi örneklerini üst üste izlediğimiz “dar zaman, dar mekan” formüllü zıpçıktı filmler. Ortalıkta karakter diye bir şeyin olmadığı, filmin tüm amacının harekete, hareketin amacının daha fazla heyecana, tüm bunlardaki asıl beklentinin de daha önce yapılanları aşmaya endekslendiği, yaratıcılıktan çok teknolojik başarı ve senaryo tekniği ustalığına yaslanan, şablonla üretilmiş onlarca filmin arasında “Heat” gibi yapıtların parlaması çok doğal. Hele de insana dair şeyler üzerinde duruyor ve epik gangster filmlerinin girmediği alanlara sokulup örneğin, bugün bile, teknoloji destekli onca güvenlik önlemine rağmen güpegündüz banka soymanın zeki ve cesur insanlar için ne kadar kolay olduğunu gösteriyorsa…

Bunlar ve tabii ki sinematografisi (özellikle Mann’ın sade anlatımı, neredeyse tüm oyunculuklardaki şaşırtıcı yüksek düzey, Spinotti’nin görüntülerindeki ve kurgudaki ustalık) “Heat”in olumlu tarafları. Bunlara bakarak filmi başarılı bulmak çok mümkün. Ama başarısız yanları da var filmin.

Öncelikle senaryosu yeterince yaratıcı ve güçlü değil. Örneğin Charlene’in balkondan Chris’e baktığı (Kilmer ve Judd’un olağanüstü oyunlarıyla taçlanan) “ihanete ramak kala” sahnesi çok üstünken Hanna’nın muhbir zenci biraderlerle konuştuğu sahneler çok kötü.

Keza senaryo “nehir ve kolları” tekniğini başarıyla işleyemiyor, yan temalardan bir kısmına iyice boş veriyor. “Judas” Waingro’nun sapık katil olmasının neden gerektiği ve bunun bir yerden sonra niçin hiç işlenmediği anlaşılamıyor. Kahve sohbeti sahnesi hoş bir sürpriz içeriyor ve pek çok bilgi veriyor ama bu tür bir bir araya gelme biçimine McCauley’in boyun eğmesinin mantığı yok.

Asıl problem filmin uygunsuz Türkçe adının altını çizdiği ana temanın işlenmesinde. Bu şekilde işlenen çatışma ya yenişememe haliyle bitmeliydi ya da daha iyisi ikisinin de ölümüyle… Teke tek çatışmanın yaşandığı mekanda asıl üstünlük McCauley’deyken ona amatörlere yakışır bir hata yaptırıp Hanna’yı galip çıkarmak ciddi bir hata. Bu kusur Mann’ın tüm film boyunca söylemeye çalıştıklarına güçlü bir darbe indiriyor, finalde yoğun şiddet uygulayan iki karakterden birinin ölüp öbürünün herhalde madalya alacak olması ana temayı fena halde bulandırıyor. Çünkü Mann asıl olarak şiddetin ortalığı alev alev yakmasını anlatıyor.

Antrakt, Sayı: 55, Nisan 1996

Heat / Büyük Hesaplaşma
Senaryo ve yönetim: Michael Mann; Yapımcılar: Michael Mann, Art Linson; Görüntü yönetmeni: Dante Spinotti; Görsel efektler: Terry De Frazee, Donald Frazee; Müzik: Elliot Goldenthal, Michael Brook, Brian Eno, Terje Rypdal; Kurgu: Dov Hoenig, Pasquela Buba, William Goldenberg, Tom Rolf; Oyuncular: Robert de Niro (Neil McCauley), Al Pacino (Vincent Hanna), Val Kilmer (Chris Shiherlis), Jon Voight (Nate), Tom Sizemore (Michael), Ashley Judd (Charlene Shiherlis), Diane Venora (Justine Hanna), Natale Portman (Lauren), Wes Studi (Dedektif Casals), Ted Levine (Bosko); 1995 ABD yapımı; 171 dakika; Dağıtımcı firma: WB.; Gösterim tarihi: 1 Mart 1996