Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

9 Nisan 2010 Cuma

Bir peri varmış...

İlhamın derecesi/derinliği ise periyle değil, insanla ilişkilidir; ortalama ürünlerden çok daha ilginç ve/veya etkili senaryolara, filmlere dair ilhamlar almak istiyorsanız, yoğunlaşmayı öğrenmeniz ve var olan her şeyle aranızdaki görünmeyen kabloları temizlemeniz gerekir

Bir mısır tarlası varmış, sahibi orada "İnşa edersen, o gelecek" diyen bir ses duymuş, tarlaların ortasına saha yapmış, ölmüş sporcular gelip beyzbol oynamaya başlamışlar... Bir oda varmış, düşleri gerçekleştiriyormuş, bir Stalker, seçtiği kişileri oraya götürüyormuş... Bir kızılderili mezarlığı varmış, ölen biri oraya gömüldüğünde canlanıp geliyormuş, kötücülleşmiş olarak... Bir araba varmış, kendi kendine çalışıp insanlara saldırıyor, onları öldürüyormuş... Bir yaratık varmış uzayda, insanların midelerine yumurta bırakıyormuş, karın bölgesini parçalayıp "doğuyormuş"... Bir apartman varmış, orada çalışmaya başlayan kişileri öldürüp etlerini dairelere dağıtıyorlarmış... Bir katil varmış, insanlığa bir ders vermek için İncil'de geçen 7 büyük günahın her biri için bir cinayet işliyormuş ve "eserinin" tamamlanması için son maktulün kendisi olması gerekiyormuş...

Şu senaristler çok garip adamlar vessalam: Nereden buluyorlar ki bu hikayeleri, o acayip fikirleri?

Bazı filmlerin hikayeleri gerçek yaşamdan alınmıştır, bazılarının kaynağı edebiyattır, kimileri de efsanelerden, masallardan, çizgi roman sayfalarından peliküle uzanırlar.

Kaynağı ne olursa olsun, gerçekten yaşanmış olanlar dışındaki tüm hikayeler için aynı soruyu sorabiliriz: Nereden çıkıp geliyor bunlar?

Kimileri, garip eserleri normal beyinlerin üret(e)meyeceğine, zombiler, kurtadamlar, vampirler ve benzerlerini konu alan Bram Stoker, Lovecraft, Stephen King, Thomas Harris vb. yazarların, Craven, Argento, Cronenberg gibi yönetmenlerin ruh hastası olduğuna inanır. Oysa ürkünç öğelere hemen tüm toplumların söylencelerinde, efsanelerinde, masallarında rastlanır; anlaşılan bir zamanlar dünyada gerçekten bu tür varlıklar yaşıyorlardı, belki bugün de varlar... Varlıklarını en azından kolektif bilinçaltında sürdürdükleri içindir ki sanat eserlerine konu olurlar. Andığımız yazarların ortak özelliği eserlerinde insanlığın korkularını, kabuslarını anlatmalarıdır.

Bu durum, örneğin istilacı uzaylılarla ilgili senaryolar yazan senaristler için de geçerlidir. Özellikle Soğuk Savaş döneminde Holivud'da yapılan bilimkurgu filmlerinin çoğunda uzaylılar Amerikan toplumunun komünizm korkusunun yansımasıdırlar (Bu bağlamda, "yabancı" anlamına gelen "alien" sözcüğünün günümüzde uzay kökenli varlıkların ortak adına dönüşmesi çok anlamlıdır). Yani o filmlerdeki yaratıklar, yazarların kişisel korkularından değil, dünya üzerindeki milyonlarca insanın paylaştığı korkulardan doğmuştur.

Yani kolektif bilinçaltından...

İlham perisi
Dışımızdaki her şeyle, yeryüzüyle, canlı ve cansız tüm varlıklarla, görünen ve görünmeyen alemlerle aramızda bağlantı vardır... İnternete girdiğimizde, bir takım kablolardan akan enerji aracılığıyla dünyanın öbür ucundaki bir sunucuya bağlanabiliyor, bir başka bilgisayarın belleğindeki dosyaları alabiliyor, mektup gönderebiliyor veya anında yazışabiliyoruz. Aynı biçimde, var olan tüm her şeye ve herkese göremediğimiz kablolarla bağlıyız, farkına varmasak da onlardan bilgi alıyor ve aktarıyoruz. İlham bu bağlantıdan alınan bilgilerin daha çarpıcı, daha fazla hissedilen bir biçimidir; çok tartışıldığı, hakkında çok konuşulduğu için bize tanıdık gelir.

Süreci yakından incelediğinizde kaynağın kesin bir açıklıkla belirlenemediğini görürsünüz; hangi öykü veya fikir yazarın bilincinden, hangisi bilinçaltından çıkagelmiştir, neyin kaynağı kolektif bilinç veya bilinçaltıdır ve hangisi ilham edilmiştir, bilmek, anlamak kolay değildir. Tam da bu nedenle ilham kavramı çoğunlukla bu kaynakların hepsini birden kapsayacak biçimde kullanılır, "ilham perisi" dendiğinde yaratıcı faaliyetlere neden olan ve/veya yön veren tüm etmenler kastedilir.

Yazar ilhamını aldığı hikayeyi zihnini kullanarak evirir çevirir, işler, "kendi" eserine dönüştürür. Tabi bu süreçte bilinçaltı da devrededir, yazar fark etmese de bazı öğeleri bilinçaltı şekillendirir, en azından satır aralarına sızar.

Çoğu kişi ilhamın sadece sanatçılara geldiğini/verildiğini düşünür, oysa ilham herkese açık bir iletişim yoludur; istisnasız her insan bu mekanizmadan şu ya da bu düzeyde yararlanır, edindiği fikirleri işinde, yemek yaparken, elbise dikerken veya ilişkilerinde kullanır. Bunun aksini düşünmek tuhaftır: Sanatçılar o görünmeyen kablolarla her şeye bağlılar da diğer insanlar neden bağlı olmasın?.. Bu konuda bir ayrım yoktur, farklılık alınan ilhamın konusu ve derecesiyle ilişkilidir. Herkes kendisini ilgilendiren konularda ilham alır, çünkü herhangi bir kişiye aktarılan bilginin onun işine yaraması önemlidir. Ve tabi bir de gerçekleştirilmesi.

İlham almak
Herhangi bir insan, senarist olmak istiyorsa, dikkatini senaryo yazmaya yöneltmesi yeterli olacaktır. Buna niyet ettiği, karar verdiği an, çevresinde kanat çırpmakta olan ilham perisi bu değişikliği anlar, kanatlarının rüzgarı film hikayeleri (daha doğrusu öykü parçacıkları), kimi görüntüler veya replikler taşımaya başlar. Eğer senarist olmak isteyen kişi kararlıysa ve ilhamın gereğini yerine getirip yazmaya başlarsa ilhamlar da artarak sürer.

İlhamın derecesi/derinliği ise periyle değil, insanla ilişkilidir; ortalama ürünlerden çok daha ilginç ve/veya etkili senaryolara, filmlere dair ilhamlar almak istiyorsanız, yoğunlaşmayı öğrenmeniz ve var olan her şeyle aranızdaki görünmeyen kabloları temizlemeniz gerekir.

Yoğunlaşmak üzerinde durmak demektir; öncelikle "artık bir senarist olduğunuzu" unutmamanızdır, henüz senaryo yazmamış olsanız da şimdi dünyaya bir senaristin gözleriyle bakıyorsunuz. Ayrıca odaklanmak, ilgilendiğiniz konu ya da temaları, aklınızdaki fikirleri, size ilginç gelen insanlık durumlarını kafanızda taşımanız, her dakika üzerinde durmasanız da (bu imkansızdır zaten) onlarla ilişkinizi, onlara ilginizi sürdürmenizdir.

Temizlik ise parazitleri azaltmak... Radyonun ayar düğmesi belirli bir frekansa yakınsa dinlemek istediğiniz yayın cızırtılar arasından tam duyulmaz, doğru yere geldiğinde istenmeyen sesler kaybolur, ses netleşir. Bir sanatçı için parazitler önyargılar ve düşünce kalıplarıdır, onlar kişiyi sınırlar, kısırlaştırır, zihniniz ne kadar özgürse o kadar fazla ve/veya derin ilham alırsınız.

Zihnini özgürleştirmek, aynı zamanda kişiliğini genişletmek, "her şey olabilen"e dönüşmektir. Yazmak, cesur, korkak, kararsız, harekete geçemeyen, çekingen, atak, hoşgörülü, köşeli, şiddete karşı, şiddet eğilimi olan... kişileri işlemektir, yazar olmak, yeri geldiğinde 4 yaşında bir çocuk ve 72'sinde bir ihtiyar olabilmektir.

Yeni fikirleri daha kolay benimseyebilen, yeni durumlara başarıyla uyum sağlayabilen yazarlar daha bol ve derin ilhamlar alırlar.

Çünkü bir kaba ancak onun alabileceği kadar su doldurulabilir.

Film+, sayı: 3, Haziran 2005

"City Hall"

“City Hall” seyircinin ortak belleğinin gereklerine uymayan, bu açıdan ciddi zaaflar barındıran bir film. Vasat bir senaryodan hareket edilince yönetmenin yetenekleri çok daha önemli hale geliyor. Özellikle “Sea of Love / Aşk Denizi”nde belli bir düzeyi olduğunu kanıtlayan Harold Becker bu kez vasat bir iş çıkarmış

Tim Robbins’in “Bob Roberts”ı Holivud’da yapılan en sert politik filmlerden biriydi yakın döneme kadar. Ardından Oliver Stone “JFK”da başladığı cümleyi “Nixon”la tamamladı ve Holivud için politik filmlerin tanımı değişti. Artık siyasi filmler 60’larda Sydney Lumet’nin öncülüğünde gelişen toplumsal/politik filmlerden farklı olmak zorundalar. “Three Days of the Condor / Akbabanın Üç Günü”, “All the President’s Men / Başkanın Bütün Adamları” gibi filmlerde Holivud tarihinde ilk kez geniş yığınların dikkatine sunulan politik gerçekler artık vaka-i adiyeden sayılıyor. Politikacıların çeşitli çıkar çevreleriyle ilişkileri, iktidarlarını korumak için yasadışı yollara başvurmaları, giderek kendi iktidarlarının kurbanı olmaları gibi gerçekler artık sinema seyircisinin ortak belleğinde yer etmiş durumda. Çünkü 60’larda başlayan özgürlük hareketi tamamlanamamış olsa da, Holivud yöneticilerinin seyirci için ille de tozpembe filmler gerekmediğini görmelerini sağladı, bu da politik filmlerin içeriğinde bir değişime yol açtı. Herkesin bildiği şeyleri, herkesin bildiği biçimlerde sunmanın artık hiçbir çekiciliği yoktu doğal ki. İçerikteki ciddi yenilenme zorunluluğu biçimde de etkisini gösterdi, filmler “gerçeği aktaran” olmaktan çıkıp, “bilinen gerçekliğe oturan”a dönüştüler, örneğin “Serpico”da sergilenen polis teşkilatındaki pislikler, “Internal Affairs / Gizli İlişkiler”de dikkat çeken bir suçlu portresi ve hatırı sayılır bir gerilimle birlikte verildi. İki güçlü karakterin çatışması ve sürekli tırmandırılan gerilim olmasa film çok zayıf kalacaktı, çünkü seyirci filmin gösterdiği polis tipini, rüşvet vb. kirli işleri zaten önceden görmüştü.

“City Hall”la ilgili ilk problem tam bu noktada başlıyor. Proje New York Belediye Başkanı John Pappas ile genç yardımcısı Kevin Calhoun arasındaki ilişki üzerine ya da gerçeği keşfeden idealist gencin trajedisi üzerine temellendirilmemiş, bir polisiye entrika çevresine oturtulmuş. Bu durumda entrikanın çok sağlam ve sürükleyici olması gerekiyor ama “City Hall” bu açıdan tüm umutları boşa çıkarıyor. İzlenen yöntem, bulunan ipuçları ve olaya karışan insanların kişilikleri açısından hiç ilginç olmayan entrikanın sonunda keşfedilen tek şey Başkan’in yasadışı işlere bulaştığı bilinen bir takım adamlarla ilişkileri olduğu…

“City Hall” seyircinin ortak belleğinin gereklerine uymayan, bu açıdan ciddi zaaflar barındıran bir film. Örneğin denizdeki ölüm sekansında cesedin bulunduğu sahne öyle düzenlenmiş ki, çok önemli bir şey seyredecekmiş duygusu geçiyor seyirciye. Ve sonuç düş kırıklığı oluyor çünkü seyirci önceki filmlerin kazandırdığı deneyim sayesinde o adamın öldürüleceğini zaten biliyor.

Bu olumsuzluk filmin senaryosundan kaynaklanıyor doğal olarak. Senaryoda başka sorunlar da var, örneğin Bridget Fonda’nın bu filmde ne aradığını sorguladığınızda doyurucu bir yanıt bulamıyorsunuz. İki erkeğin ilişkisini anlatan ve 8-10 sert erkek tipi daha gösteren bir filmde genç ve güzel bir kadının bulunması gerektiği düşünülmüş olsa gerek.

Vasat bir senaryodan hareket edilince yönetmenin yetenekleri çok daha önemli hale geliyor. Özellikle “Sea of Love / Aşk Denizi”nde belli bir düzeyi olduğunu kanıtlayan Harold Becker bu kez vasat bir iş çıkarmış. İntihar sekansı dışında (özellikle evdeki sahne çok güzel) kayda değer bir başarısı yok. Gerilim kurmakta usta olarak bilinen yönetmen bu kez senaryonun sahip olduğu gerilimi de perdeye yansıtamamış. Kilisedeki söylev sahnesinde olağanüstü bir oyun çıkaran Pacino bildiğimiz ustalık düzeyini korurken, az tanınmış iyi Holivud oyuncularından John Cusack da ona başarıyla eşlik ediyor. Yan rollerde yer alan iki önemli isimden Martin Landau yeterince değerlendirilememiş, Danny Aiello ise gayet iyi, özellikle intihar öncesi karısıyla konuştuğu sahnede mükemmel.

Zaten “City Hall”dan geriye kalacak tek şey oyuncularının başarısı…

Sinema, sayı: 20, Haziran 1996

City Hall
Yönetmen:
Harold Becker; Senaryo: Ken Lipper, Paul Schrader, Nicholas Pileggi, Bo Goldman; Yapımcılar: Edward Pressman, Ken Lipper, Charles Mulvehill, Harold Becker; Görüntü yönetmeni: Michael Seresin, Jamie Silverstein; Müzik: Jerry Goldsmith; Kurgu: Robert C. Jones, David Bretherton; Oyuncular: Al Pacino (John Pappas), John Cusack (Kevin Calhoun), Bridget Fonda (Marybeth), Danny Aiello (Frank), David Paymer (Abe), Martin Landau (Yargıç Walter Stern), Anthony Franciosca (Paul); 1996 ABD yapımı, 111 dakika; Dağıtımcı firma: Özen Film; Gösterim tarihi: 10 Mayıs 1996

Baştansavmacılığın yitmeyen gölgesi

Bu eksiklik, kitaptaki kimi öğelerin filme aktarılmasında da kendini gösteriyor zaten. Atıf Yılmaz’ın, Erdinç, Esra, Erdal ve Ersin gibi insanları tanımadığı, oyuncu seçiminden tutun da, kostümlere, dekorlara kadar hemen her öğede kendini belli ediyor

Atıf Yılmaz’ın son filmi “Bekle Dedim Gölgeye”, çeşitli açılardan ilginç bir çalışma.

Filme bir romandan uyarlandığını göz önünde bulundurarak yaklaşmakta yarar var. Kuşkusuz ki film ile roman ayrı sanat yapıtları, bu nedenle de ayrı ayrı değerlendirilmeleri gerekiyor; ancak Atıf Yılmaz’ın filminin en belirgin özelliği senaryosundan kaynaklanan aksaklıklar; bir başka deyişle “uyarlama olmanın” sıkıntılarını taşıması.

Ümit Kıvanç’ın romanı bir dönemi birlikte yaşamış dört insanı, arkadaşlıklarını sürdürmüş Erdal, Ersin ve Esra ile, onlardan ayrı düşmüş Erdinç’in öyküsünü anlatıyordu. Romanın belirgin özelliği birkaç temayı birden sürdürmesiydi. Erdal’ın ve Ersin’in ölümleri, Erdinç’in bu ölümlerin cinayet mi intihar mı olduğunu belirleme çabası kitaba polisiye havası katarken, karakterlerin psikolojileri de enine boyuna işleniyordu… Bunların yanı sıra Kıvanç, mektuplar, yazılar, geriye dönüşler gibi birbirinden farklı anlatım öğelerini kullanmıştı. Bu özellikleriyle kitap birden fazla film için geniş malzeme içeriyordu.

Filmle ilgili sorun da burada başlıyor: Kıvanç’ın gerektiğinde sayfalarca anlatarak kullandığı pek çok malzeme filmde şöyle bir görünüyor, daracık zamanlara sıkıştırılmış biçimde yer alıyor. Esra’nın Erdinç’e işkenceye nasıl dayandıklarını anlattığı sahne gibi, kitapta olmadığı halde filme eklenen bölümler de işin içine girince film tam bir çorbaya dönüşmüş. Hem de öyle yaman bir çorba ki, hazmetmesi hiç kolay olmuyor. Doğrusu kitabı hiç bilmeden filmi izleyen seyircinin neyi ne kadar algıladığını çok merak ediyorum.

Merak ettiğim bir şey daha var: Atıf Yılmaz’ın bu filmde ne anlatmak istediği… Bu bir dönem filmi midir, kuşak eleştirisi mi yapmaktadır, polisiye midir, üçlü bir aşk ilişkisini mi anlatmaktadır… hiçbir şey belli değil!..

Çünkü “Bekle Dedim Gölgeye” böylesi bir kargaşaya ulaşmak için son derece uygun bir yoldan geçirilerek kotarılmış. Önce Ümit Kıvanç’ın yazdığı senaryo çok uzun olunca bu kez Barış Pirhasan çalışmış. Bu arada, belli ki senaryonun ön çalışmaları yapılmamış, kitaptan nelerin alınacağı, nelerin senaryo dışı bırakılacağı belirlenmemiş, tüm bu aşamalarda yeterince dikkat ve özen gösterilmemiş. Kitapta olmadığı halde filme katılan öğeler bunun en açık göstergesi. Yüzü yaralı adamın Erdinç’e taşla saldırması, Esra’nın Erdinç’le karşılaştığı sahnede söyledikleri, Erdinç’in karısıyla konuşması, üniversitedeki politik olaylar vb. tüm öğelerde kitabın mantığına aykırı yönler var. Filme emeği geçenler ne yazık ki Kıvanç’ı ve romanını anlamamış, o yüzden de anlatamamışlar…

Bu eksiklik, kitaptaki kimi öğelerin filme aktarılmasında da kendini gösteriyor zaten. Atıf Yılmaz’ın, Erdinç, Esra, Erdal ve Ersin gibi insanları tanımadığı, oyuncu seçiminden tutun da, kostümlere, dekorlara kadar hemen her öğede kendini belli ediyor. Örneğin, kitapta daha yoksul görünen karakterler filmde nedense varsıllaşmışlar. Erdinç muhabirken haber müdürü gibi bir göreve yükseltilmiş, Boğaz manzaralı evi, “laci” giysileriyle başka biri olmuş. İşte o başka Erdinç, kitaptaki Erdinç’in yaptıklarını yapınca da doğal olarak inandırıcı olamıyor. Aynı biçimde, Sacit’ten Savcı’ya diğer çoğu karakter de inandırıcı olmayan değişikliklere uğramışlar.

Bunların dışında iki nokta var ki, inanılmaz… Birincisi karakterlerin bugünde de, 70’lerde de sakallarıyla, bıyıklarıyla aynı olmaları. Örneğin Aytaç Arman filmin bugününde de tepesi hafif açılmış saçlarıyla olgun bir erkek görünümünde, 68’de de… Yirmi yılda, hem de yirmi yaşlarından kırk yaşlarına gelen insanlar nasıl bunca aynı kalır, anlamak mümkün değil.

İkincisi ise bir hesap hatası: ’68 kuşağı, ortalama 47 doğumlu insanlardan oluşuyor. Bu insanlar bugün 42-45 yaşlarındalar. Başrol oyuncularının hiçbiri bu yaşta göstermiyor. Hadi biraz kendimizi zorlayıp Soygazi ve Aytaç’ın 68’li olabileceğini düşünelim, taş çatlasın otuz yaşında gösteren Cüneyt Çalışkur ve Metin Belgin’i ne yapacağız?..

İşin ilginci aynı oyuncular geriye dönüşlerde adamakıllı yaşlı duruyorlar. Örneğin üniversite olaylarının gösterildiği sahnede, bu dört oyuncuyla diğer öğrenciler arasındaki yaş farkı çok belirginleşiyor.

Peki ya filmin diğer yönleri?.. Kısaca söylemek gerekirse sinemasal açıdan bizi hoşnut kılan öğeler yok denecek kadar az. Orhan Oğuz’un usta işi görüntüleri, Serdar Ateşer ve Ayşe Tütüncü’nün övgüye değer müzik çalışmaları ve Aytaç Arman’ın oyunu (bu arada Cüneyt Çalışkur ve Metin Belgin’in iyi niyetli çabalarının da altı içilmeli. Dileriz sinemamız bu iki genç oyuncuyu elinde tutar).

Geriye kalan her şeyse zaten Atıf Yılmaz’ın aceleciliğinin, baştan savmacılığının izlerini taşıyor…

Sinema Gazetesi, Sayı: 82, 7-13 Nisan 1991

Bekle Dedim Gölgeye
Yönetmen:
Atıf Yılmaz; Senaryo: Barış Pirhasan (Ümit Kıvanç’ın aynı adlı romanından); Yapımcı: Atıf Yılmaz, Bülent Hekimoğlu; Görüntü yönetmeni: Orhan Oğuz; Müzik: Serdar Ataşer, Ayşe Tütüncü; Kurgu: Tamer Eşkazan; Oyuncular: Hale Soygazi, Aytaç Arman, Metin Belgin, Cüneyt Çalışkur, Mehmet Gürhan, Kerim Soysal, Kemal Bekir, Füsun Demirel; 1990 Türkiye yapımı, 91 dakika; Yapımcı firma: Yeşilçam Film.