Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

20 Haziran 2011 Pazartesi

Hepimizin babası ve '68 kuşağı (1)

Her insan "baba onayı" arayışındadır. Hatta bu talebini filmlerdeki babalara da yöneltir, örneğin "Hababam Sınıfı" serisinin Mahmut Hoca'sına. Çünkü Münir Özkul "toplumsal baba modeli"mizdir

Her baba bir okuldur aynı zamanda, hayat üniversitesidir.

Asıl değeri zamanla anlaşılır.

Başkalarına çok az etkide bulunmuş gibi görünen babalar için de geçerlidir bu.

Hani bazı ömürler vardır, mesela bir avuç insanın yaşadığı bir köyde geçmiştir. Yüzeysel bakan, öyle bir babanın biraz hayvan ve tahıl yetiştirmekten başka bir işe yaramadığını sanabilir. Oysa “ortalama birey” diye adlandırılanlar da hayata büyük katkıda bulunur: Diktiği ağacın meyveleri, yaptığı ayakkabı, kurduğu köprü insanların işine yarar. Hiç kimsenin mesela havlu üretmediği bir dünyada yaşamak istemezdiniz. Veya ampül yapmadığı, araçları onarmadığı...

Bunlar bir yana, “sokaktaki adam”, Atatürk, Gandi, Einstein, Mevlana vb “dünya öğretmenleri”nin de babası değilse dedesidir. Tüm ömrü küçük bir devlet dairesinde memur olarak geçmiş de olsa, seleflerinden alıp dönüştürdüğü ve kendisinden sonrakilere aktardığı değerler, gün gelir, insanlığa ve dünyaya kocaman bir katkıya, büyük bir hizmete dönüşür.

Ömrü kısa, sözü kısa babalar için de geçerlidir bu sözüm: Örneğin Pink Floyd'un basçısı, çoğu şarkının söz, müzik ve vokalinde imzası bulunan Roger Waters (1943) henüz beş aylıkken babası 2. Dünya Savaşı'nda ölmüştür. Babasız geçen çocukluğunu asla unutmayan sanatçı acısını şarkılarında açıkça, bazen çığlık çığlığa dillendirir. Örneğin grubun aynı isimli albümünden hareketle yapılan “Pink Floyd: The Wall” filminde, parkta kendi kendine sallanmaya, başka bir çocuğun babasını sahiplenmeye çalışan ufaklık, Waters'ın ta kendisidir.

Çünkü iki temel insan gereksiniminden biri, yani “baba onayı” (diğeri “anne şefkati”dir) küçümsenemez, yok sayılamaz; kişi şahsen bunun önemine hiç inanmasa bile, onu aramaya devam eder, kendi babasının kimliğinde değilse bile başkalarında...


“Baba, bana ne bıraktın?”
Dolayısıyla Waters'ın duygularını irdelemesi, babasıyla ilişkisini sorgulaması çok doğaldır. Nitekim, aynı albümün “Another Brick In The Wall, Part I” isimli şarkısında sorar:
“Babam okyanusun ötesine uçtu
Ardında bir hatıra bırakarak
Aile albümünde bir fotoğraf.
Baba, bana ne bıraktın başka?”

Waters'ın babası, oğlunun dünyaya gelmesini sağlayan iki kişiden biridir; ona sadece genlerini vermemiştir, bebeğin ruhuna babanın enerjisi, bilgeliği, hayat tecrübesi de katılmış, sonra o ruh milyonlarca insana ulaşan şarkıları yaratmıştır (Resmi rakamlara göre 200 milyondan fazla Pink Floyd albümü satıldı; radyodan, TV'den, filmlerden dinleyenleri de hesaplarsak, o şarkıların dünya nüfusunun ciddi bir bölümüne ulaştığı ortaya çıkar).

Annesinin varlığıyla, babasının yokluğuyla şekillenen kişiliğin temel özelliklerinden ikisi hümanist ve savaş karşıtı olmasıdır; bu muhalif kimlik tüm insanlığı etkilemiştir. Çünkü Pink Floyd'un olgunluk döneminde (1970-1983 arası) Waters'ın büyük etkisi ve emeği vardır, her yeni çalışmada katkısını daha da artırmıştır. Örneğin grupla yaptığı son albüm olan “The Final Cut”, savaşı ve savaştan medet uman politikacıları eleştiren bir konsept albümdür. Waters eseri babasına adamıştır, onu savaş yüzünden kaybetmesinin, savaş karşıtı kimliğine büyük etkisi/katkısı olduğu buradan da bellidir.

Hiç kimsenin hayatı değersiz değildir ve boşa geçmez.

Hiçbir baba kötü veya yararsız değildir. Olamaz zaten.

Bu önermeleri doğrulamaya, ancak 5 ay baba olarak kalabilen Eric Fletcher Waters örneği de yeter.

Dünyayı istiyoruz deme cesareti
Roger Waters ve Pink Floyd, '68 kuşağının simge isimleri arasındadır. Savaş, kapitalizm ve konformizm karşıtı o kuşak dünyayı değiştirmeye cüret etmiş ve bunu başarmıştır. Slogana dönüşen “Dünyayı istiyoruz / Hemen şimdi!” dizelerini yazan Jim Morrison (1943) da 68'lidir, “The Doors” filminde onu anlatan Oliver Stone (1946) da, o filmi ülkemize ithal eden Özen Film'in yöneticisi Mehmet Soyarslan da (1944).

Sonraki yıllarda sinema çalışmalarına ağırlık veren Soyarslan, gençliğinde müzisyendi, Apaşlar grubundayken yaptığı unutulmaz “Resimdeki Gözyaşları”, 1968'de yayımlanmıştır. Şarkının vokalisti, örneğin Ian Gillan (Deep Purple) gibi dünyaca ünlü olmasa da Rock tarihinin en muhteşem sesleri arasında adı sayılabilecek kadar önemli ve başarılı bir şarkıcıdır.

Cem Karaca, 1950'lerin ünlü tiyatrocu çifti Mehmet ve Toto Karaca'nın oğludur, 1945 doğumludur, ilk kez oyunlarda sahneye çıkmıştır. Sesinin gücünü keşfeden annesidir, babası ise hariciyeci olmasını istediği oğlunun müzik tutkusunu engellemek için çok uğraşmıştır. Delikanlılık çağında Cem Karaca'nın, bu konuda babasıyla çok çatıştığı anlaşılmaktadır.

Toplumsal baba modeli
Ama aynı Cem Karaca “Babama” şarkısını da yazmıştır. Girişinde şu cümleler yer alır eserin: “Bir dolu şey söylendi analar için. Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar dediler. Ama hep analar için.” Yine sözlerden anlaşıldığı kadarıyla bu şarkı sanatçının babasına ağıdıdır.

Karaca'nın o şarkıdaki tarifi, bu topraklarda yaşayan çoğu insana uyar, adeta hepimizin babasını anlatmaktadır:
“Ellerinle anlatır, dilinle söylerdin
Gözlerinle sever, belli etmezdin
Biliyor ve inanıyorum şimdi yukarıda
Koruyor ve gözetiyorsun beni hala”

Şu dize de önemlidir: “Bir avuç altın öğüt mirasın bana”...

Bu şarkıları dinleyen, filmleri izleyen herkesin inançlı olması, hele de ruhun sürekliliğine ve ahret yaşamına inanması gerekmez, önemli olan algıdır, her evlat babasının temel özelliklerinin sonsuza kadar devam etmesini diler, ondan öğretmeyi ve korumayı sürdürmesini bekler.

Gerçek babalar bu beklentiye yanıt veremezler, ortalama insan ömrü bunu imkansız kılar. Sadece filmlerdeki babalar bu beklentiyi karşılayabilir. Bunun nedeni karmaşık değildir: Sinema en popüler sanat dalıdır ve filmlerin ömrü uzundur, perdedeki baba karakteri sadece iki değil, 20 kuşağa da seslenebilir.

Nitekim seslenmektedir: 1975'te başlayan “Hababam Sınıfı” serisinde Münir Özkul'un canlandırdığı o unutulmaz öğretmen karakteri, hala ekranlardadır, ilk film yapıldığında delikanlılık çağında olanlar torunlarını gördüler, ama Mahmut Hoca hala aynı yaşta. Zamanında onlara seslendiği gibi bu dönem delikanlılık çağında olanlara da öğretiyor, büyük ihtimalle onlar dede olduklarında da korumaya ve sevmeye devam edecek.

Önemli bir simge: Münir Özkul
İşin ilginci Mahmut Hoca bekardır, ama bir simgeye dönüşmesi için gereken her niteliğe sahiptir. Daha sonra yapılan Arzu Film eserleriyle dönüşüm tamamlanmış, Özkul “her çocuğun babası” haline gelmiştir.

Çünkü bunlar toplumun en temel özelliklerini bilen büyük sanatçıların yaratıcılıklarıyla ortaya çıkmış tariflerdir, Kel Mahmut kişiliğinin oluşmasında, Rıfat Ilgaz, Umur Bugay, Ertem Eğilmez ve tabii ki Özkul'un (ve serinin devamında Sadık Şendil ile Yavuz Turgul'un) emeği vardır. Aynı ekip Kemal Sunal'la İnek Şaban, Adile Naşit'le Hafize Ana'yı yaratmış, bu ikisi de çok etkili ve uzun ömürlü karakterlere dönüşmüştür.


“Hababam Sınıfı” serisi sürerken, başka Arzu Film eserlerinde farklı anne karakterleri üstlenen (hatta bazılarında Özkul'un eşi olarak karşımıza çıkan) Adile Naşit “hepimizin annesi” olmuştur, hala da bu konumdadır. Çünkü Türk sineması henüz “toplumsal anne modeli”nin yeni versiyonunu çıkaramamıştır, büyük eksikliktir.

Özkul'un yerini almak içinse iki aday birden vardır; bu da tüm ülke için önemli bir kazanımdır. Çünkü toplumsal baba modelinin asıl önemi, örnek oluşturmasında yatar. “Sevgi dolu, ama duygularını belli etmeyen, mesafeli ve otoriter, bilge ve öğretici, esirgeyen ve koruyan” tarifi, büyük oranda gerçek, ama biraz masalsıdır. Türkiye'de yaşayan babaların belki de önemli bir bölümü örneğin çocuklarını döver ve yine herhalde önemli bir kısmı Mahmut Hoca kadar sevgi dolu ve sorumluluk bilinci gelişmiş kişiler değildir (Örneğin “Çoğunluk”ta Settar Tanrıöğer'in müthiş bir başarıyla canlandırdığı baba karakteri, Mahmut Hoca kadar gerçektir).

Zaten insanlar kendi babalarında göremedikleri bazı güzel özellikleri de taşıdığı için Mahmut Hoca'yı çok sevdiler ve saygı duymaya devam ediyorlar. Kendi babaları için aynı şeyi düşünmeseler de Mahmut Hoca onlar için kutsal bir değer, ve onun kutsallığı “isimsiz babalar”ın manevi değerini de artırıyor.

Yazının başında bahsettiğim “isimsiz kahramanlar”la, etki alanını çok genişletip milyonlarca çocuğa baba olmuş Mahmut Hoca vb arasında karşılıklı bir etkileşim vardır. “Sokaktaki adam” olmasa Kel Mahmut da olamazdı, çünkü o “toplumsal baba modeli”ni oluşturan sanatçıların da babası, amcası, dedesiydi. 1975'te o isimsiz baba, Münir özkul'un fiziğiyle yeni bir kimlik kazandı, dönüştü, Mahmut Hoca olarak hayatına devam etti, milyonlarca çocuğu, genci etkiledi. Bu etkiyi alanlar baba olduklarında kendi büyükleri gibi davranamazlardı zaten çünkü onları Mahmut Hoca yetiştirmişti.

Tekil bireylerin hayatı ve kişisel özellikleri insanı yanıltabilir; ama “toplumsal baba figürü” yanılmaz. Ve o kadar etkilidir ki, seyircinin bilinçaltına yerleşir, “baba onayı” talep ettiği bir makama dönüşür.

Öte yandan: Toplumsal değişikliklere ek olarak bu talebin etkisi, zamanla “herkesin babası”nı değiştirir, dönüştürür. Bu yeni tarifi yapıp perdeye yansıtmak da haliyle yine sanatçılara düşer.

Ne mutlu bu topluma... Ki, Mahmut Hoca'nın yerini alacak yeni baba tarifi yapılıyor, üstelik bu tarifi fiziksel olarak karşılayabilecek iki oyuncu birden var.

(devam edecek)

Yazının girişindeki çalışma "Hayat Yuvarlaktır" isimli blogtan alınmıştır, kimin hazırladığı orada da belirtilmemişti.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Thomas Jefferson, Will Smith, Paul Simon ve Zeki Müren (ya da mutluluğun sırrını aramak)

Bir varmış, bir yokmuş... Bir ülkede genç bir adam Bağımsızlık Bildirgesi’ni kaleme almış, onun bir cümlesi bir adama ilham vermiş, o adam hayatını anlatan bir kitap yazmış, o kitap sinemaya uyarlanmış ve o filmde çok ünlü bir şarkı kullanılmış… Ve bunların hepsi “mutluluk" kavramıyla ilgiliymiş

Mutluluğu kovalama hakkı
Zeki Müren’in sesiyle ölümsüzleşmiş, çok etkileyici bir Türk Sanat Müziği şarkısıdır, “Mutluluğun Sırrı”. Sözlerinin bir bölümü şöyledir:

“Bir göz açıp kaparken, bir bakarsın geçmiş ömrün
Yaşamaya alışırken çıkagelirmiş ölüm
Son pişmanlık faydasız, giden geri gelmiyor
Mutluluğun sırrını kimse bilmiyor”

Gerçekten kimsede bu bilgi yok mudur, tartışılır. Fakat biz, saygıyı elden bırakmayalım, bu önermeyi aynen kabul edelim. Yine de bir açık kapı kalır: Mutluluğun sırrını kimsenin bilmemesi, asla bilinemeyeceği anlamına gelmez. Tarihte hiç kimse bu sırra gerçekten eremediyse bile, belki yarın birisi keşfedecektir...

Tabii bunun için araması gerekir.

Amerika Birleşik Devletleri’nin kurucularından Thomas Jefferson da herhalde aynı görüşteymiş ki, -4 Temmuz 1776’da ilan edilen- Bağımsızlık Bildirgesi’ni kaleme alırken insanların doğal hakları arasında bunu da saymış. İlgili cümle şöyledir: “Aşağıda gerçekler bizim için gayet açıktır: Tüm insanlar eşit yaratılmışlardır; Yaradan’ları tarafından bağışlanmış, belli bazı vazgeçilemez haklara sahiptirler; yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişme hakları da bunların arasındadır.” (Bazı çevirilerde “mutluluğu arama” olarak geçiyor).

Bugünkü ABD’nin karşı tezi
Bildirge’nin o bölümü Gabriele Muccino’nun yönettiği “The Pursuit Of Happyness / Umudunu Kaybetme” (2006) filmine isim olur. Filmin bir sahnesinde Will Smith’in canlandırdığı Chris Gardner, bir duvarda bu kelimelere rastlar ve Jefferson hakkında düşünür: “Kovalama kısmı nerden aklına geldi ki acaba? Mutluluk ancak peşinden koşulabilecek ve gerçekte asla erişilemeyecek bir şey olduğu için mi?”

Bu sözler, mutluluğa dair iki temel felsefi görüşten birine işaret eder: Tarih boyunca filozoflar, sanatçılar, bilgeler bu konuda ikiye ayrılmışlardır; kimisi mutluluğu yakalamanın mümkün olduğunu iddia eder, diğerlerine göreyse aslolan aramaktır, bulmak değil…

Smith’in oğlu Jarden’le başrolleri paylaştığı film, gerçek hayat hikayesinden alınmıştır: Yanında 5 yaşında bir çocukla evsiz kalan Chris, sığınaklardan, sokak aralarından tekrar yükselmeyi başarır. “Umudunu Kaybetme” tipik Holivud ürünlerinden biri değildir; evet, “başarı hikayesi”dir, seyirciye ilham verir, kendini iyi hissetmesini sağlar, ama bunlardan çok daha fazlasıdır.

Filmde Jefferson’ın adı birkaç yerde geçer, sanki film izleyicisini onu ve arkadaşlarını (Amerikalıların “Kurucu Babalar” dediği kişileri) anımsamaya davet etmektedir. ABD’yi kuranlar hayli birikimli ve zeki insanlardır, ama senaryo örneğin George Washington veya John Adams’ı değil, özellikle Jefferson’ı anar, onun şair ruhlu olduğunu söyler. Jefferson, aslen avukattır, doğa aşığıdır, müzik tutkunudur, hayır severliğiyle nam salmıştır. Henüz 33 yaşındayken Bağımsızlık Bildirgesi’ni kaleme alan bu adam, inanılmaz bir sağduyuya, gelişmiş bir sezgi gücüne ve hayret uyandıran bir analiz yeteneğine sahiptir. ABD’yi Kurucu’ların çizgisinden çıkarıp bugünkü haline getiren her şeyi en az 100 yıl önce görmüş, yazmış, kitleleri ve yöneticileri uyarmaya çalışmıştır. Herhalde bunda hem bilime, hem metafiziğe düşkünlüğü ve her iki alanda da ciddi eğitim almış olması önemli pay sahibidir.

Serendipiti
Bir başka deyişle Jefferson, bugün ABD’ye hakim olan (ve tüm dünyaya yaymaya çalıştıkları) anlayışın antitezidir. 1980’lerde, yani kapitalizmin en deli hali olan Yeni Sağ iktidarında geçen film, kısmen senaryosuyla, ama asıl çoğu seyircinin önemini anlayamayabileceği ayrıntılarıyla tezini sunar. Ana kahramanın ruh hali ve düşüncelerinin yanı sıra, “fonda” kalan kişileri ve hatta kalabalığı resmedişiyle adeta şu cümleleri kurar: “Devletimiz bilinçli olarak Jefferson ve çalışma arkadaşlarının ilkelerinden uzaklaştı, insan doğasına aykırı bir sistem kuruldu, her yeni gelen kuşağa başarıya tapmaları öğretildi. Evsizler, maddi değerlere tapmanın, rekabet vahşetinin ve altta kalanın canı çıksın anlayışının sonucudur” (ABD'de nüfusun yaklaşık %10'unun evsiz olduğu biliniyor)...

Fakat film, kapitalizm konulu bir belgesel olmadığı için asıl öyküsüne bağlı kalır, mutluluğu da Gardner’ın algıladığı haliyle aktarır: bir eve, işe, eşe, arabaya sahip olmak, yani maddi başarı...

Hayattaki her şey gibi mutluluk da görecelidir, bir başka insan için maddi başarı önemsiz olabilir, onun mutluluk tarifi, bir ideolojiye veya vatana hizmet etmek gibi bir ideali içerebilir. Aslında tam da bu yüzden Jefferson Bildirge’deki cümlede “arama hakkı”ndan söz etmiştir. Herkes için geçerli bir mutluluk tarifi olmadığı gibi, herhangi bir insanın kişisel tarifi de zaman içinde değişebilir, örneğin kişi gençken maddi başarı onun için çok önemli olabilir, ama yaşlanınca şarkıdaki gibi “Paranın ne önemi var / Mühim olan insanlık” demeye başlayabilir. Tabii bunun tersi de mümkün… Mutluluğun göreceli oluşu yüzünden insanların mutluluğu arama hakkı olmalıdır, kişisel tarifleri değiştiğinde de bu kez başka bir kavramı mutlulukla özdeşleştirebilsinler, onun peşinde koşabilsinler diye… Jefferson (ve arkadaşları) bu hakkın doğuştan geldiğini ve alınamaz olduğunu kabul ve ilan etmişlerdir. Bunun anlamı şudur: Devlet, bireylerin mutluluğu arama hakkına müdahale etmeyecek, onlara belli bir mutluluk tarifini dayatmayacaktır.

Yaklaşık olarak 20. yüzyılın başından itibaren ABD devleti öncelikle kendi vatandaşlarına, güçlendikçe tüm dünyaya tek mutluluk tarifini (maddi başarı) dayatmaya başlamış, bu anlayış doruk noktasına 1980’lerde ulaşmıştır (68 kuşağının karşı çıkışı bertaraf edildikten sonra, öncelikle onların çocuklarını “hizaya sokma” amaçlı bir operasyonun adıdır Yeni Sağ. Tek hedefi bu değildir tabii ki, ama bu da önemli bir amaçtır).

“Umudunu Kaybetme”nin değeri, bugün dünyanın her köşesine yayılmasına ramak kalmış gibi görünen bu çarpık zihniyeti, en zayıf yerinden yakalayıp afişe etmesiyle de bağlantılıdır: Yeni Sağ döneminde geçer, ABD’ye hakim olan hayat algısına göre en aşağıyı (evsiz kalmak) ile en yukarıyı (milyon dolar değerinde bir şirkete sahip olmak) birlikte sunar. Ve kahramanımız, doktor veya siyasetçi değil, önce pazarlamacı, sonra borsacıdır, bir şeyleri “satarak” kazandığı parayla bir şeyler “almak” derdindedir. “Dırakdörden gadillağa” biçimde özetlenebilecek bir hayat hikayesi de vardır. Üstelik zenci olmasından kaynaklanan toplumsal dezavantajlarla da başa çıkması gerekmiştir… Daha ne olsun: Şahane bir Holivud masalı için her malzeme var…

Oysa “Umudunu Kaybetme”, masalları yere çalan bir filmdir.


En karanlık anın da sonuçta geçeceğini, pes etmemek gerektiğini öğütler, en dipteyken bile bir çıkış yolu bulunabileceğini anımsatır. Gardner’ın sistemin herkese dayattığı prensiplerden bazılarını (örneğin iş görüşmesine şık gitmek, gerektiğinde yalan söylemek vs) yerine getir(e)memesine rağmen, başarıya ulaştığını gösterir; hayatını şekillendiren tesadüflere, eşzamanlılığa, serendipitiye ve oğlunun bilinçsiz katkılarına dikkat çeker.

Kendi mutluluk tarifine Gardner, bazı kişisel özelliklerinin yarattığı engelleri ortadan kaldırarak (bazen kaldırmak zorunda kalarak) ulaşır. Bunun yanı sıra film, mutluluğa giden yolu inşa etmek için gereken araçlarından bazısını da işaret eder: Chris kendisi için asıl değerli olana (oğluna duyduğu sevgi) sımsıkı sarılır, bir misyonu (oğlunu sefaletten kurtarmak), özsaygısı ve sürekli düşündüğü, ilham aldığı bir akıl hocası (Jefferson) vardır.

Azgın suların üstündeki köprü
Ruh yücelten bu filmde, öyküye gayet uyan “Bridge Over Troubled Water” şarkısı Roberta Flack’in yorumuyla kullanılmıştır. Paul Simon bestesidir, 60’ların en ünlü gruplarından Simon and Garfunkel’ın 1969 tarihli konser albümünde yer alır, 1970’te 45’lik olarak sunulmuştur (Paul Simon ve Art Garfunkel’ın ilkokuldan beri tanışıyor olmaları ayrıca ilginçtir. Hatta “Alice Harikalar Diyarında” oyununda birlikte rol almışlardır). 1971’de yılın şarkısı seçilmiş ve Grammy kazanmıştır. Rolling Stone dergisinin “Gelmiş Geçmiş En İyi 500 Şarkı” listesinde 47. sıradadır.

İlk kez bir TV programında, John F. Kennedy, Robert Kennedy ve Martin Luther King’in görüntüleriyle birlikte yayımlanmıştır (Ki bu üç ismin ortak noktası, öldürülmüş olmalarıdır, “Jefferson yolu” diyebileceğimiz anlayışa yakın isimler oldukları için ortadan kaldırıldıklarına inananlar çoktur).

Simon, şarkının nakarat kısmı için, gospel (ilahi, ağıt) sanatçısı Claude Jeter’in “Mary, Don’t You Weep” şarkısındaki bir dizeden ilham almıştır: “Bana güvenirsen, derin suların üzerindeki bir köprü olurum senin için”. Şarkının gospel türüyle ilişkisi o kadar belirgindir ki, unutulmaz sanatçı Aretha Franklin, ilahi olarak yorumlamış, o versiyon da hayli ilgi görmüştür.

Şarkının sözleri iki ayrı yorumla analiz edilebilir; Jefferson bağlantısı dolayısıyla önce metafizik açıdan yaklaşalım:

“En zor anında
Arkadaşlarına bile ulaşamadığında
Ben yanındayım
Azgın suların üzerindeki bir köprü gibi
Yere uzanacağım”

Sözlerin tamamını göz önüne alarak düşündüğümüzde anlam daha da netleşir: Bana güven, bana inan, o zaman azgın suların (hayatın çalkantıları, sorunlar) seni alıp götürmesine engel olabilirsin, onları aşmanı sağlayacak bir köprüyü bulabilirsin.

Böyle yorumlandığında şarkının mutlulukla ilişkisi şöyle özetlenebilir: İnançsız mutluluk mümkün değildir (Şarkının çok sayıda soul, gospel, caz, country ve reggae versiyonunun bulunması, bu anlamıyla ilişkilidir. Nitekim “Glee” TV dizisinin ruhsallığın önemini vurgulayan bir bölümünde de kullanılmıştır)

Mistik/dini anlamını hesaba katmadan yorumlandığında şarkı yine çok manalıdır, bu kez sevgiye vurgu yapar; içinde şefkat ve koruma duygusunu yoğun olarak barındıran, haliyle istisnasız herkesin ihtiyaç duyduğu bir sevgiden söz eder (Nitekim şarkıda geçen “silver girl / gümüş kız” kelimeleri Simon’ın, saçlarının kırlaşmasına üzülen karısına seslenişidir, sonradan eklenmiştir).

Hıristiyanlar için zaten bu iki anlam iç içedir: Baba (Tanrı), insanlara yardım etsin diye Oğlunu (Hz. İsa) dünyaya gönderdi, ana cümlesi haliyle, Tanrı’nın insanlara ve insanlığa yoğun bir sevgi duyduğu anlamını da içinde barındırır.

Mutluluğun sırrını aramak
Dolayısıyla “köprü” sevgidir, ateistseniz Tanrı kavramından bağımsız olarak düşünürsünüz, Müslümansanız zaten her an Allah’a sığınır, onun sevgisine güvenirsiniz. İnançlı olmasına rağmen, “Baba Tanrı” kavramını makul ve sıcak bulmayan biriyseniz bile, kastedilen türde sevgiyi bilirsiniz.

Çünkü, bilinçaltının işleyiş mekanizması ve kolektif bilinçaltı dolayısıyla şarkının gerçek anlamını (müzikle de iletilen mesajı) siz de tam olarak alıyorsunuz. “Umudunu Kaybetme” filmindeki her ayrıntıyı, her figüranı, her kamera hareketini ya da açıyı, fonda çalınan her şarkıyı “aldığınız" gibi. Thomas Jefferson’ı siz de tanıyorsunuz, zihninizde onunla ilgili hiçbir bilgi olmasa bile.

Egoyla bağlantılı çalıştığı için zihnin kategorilere ayırma, yargılama ve reddetme yetisi ve alışkanlığı vardır.

Bilinçaltı ise sadece alır.

Ruh ise hem her şeyi alır, hem de her sırra, mesela sözsüz müziğin anlamına da vakıftır. O yüzden aslında, “mutluluğun sırrı”nı sadece ego/zihin arar, ruh ise onu dürtükleyerek uyandırmaya, “aslında hiç kaybetmediği” bir şeyi aradığını anlatmaya çalışır.

Müzik ve sinema aynı anda ruha, bilinçaltına ve zihne seslenebildikleri için çok değerli öğretmenlerdir; örneğin bahsi geçen şarkının Zeki Müren yorumunu dikkatle inceleyenler, bir “sırra” erişirler: Düzenleme (özellikle koral bölümler), Müren’in olağanüstü yorumu ve hatta sözlerin bir kısmı, “kimse bilmiyor” önermesini zaten yalanlamaktadır. Mesela “Gün bugün, saat bu saat / Başka türlü yaşanmaz bu hayat” dizeleri mutluluğa giden yolun inşası için kullanılan en önemli araçlardan birine vurgu yapar: Anda kalmak.

“Umudunu Kaybetme”, Chris Gardner’ın bu prensiple ilişkisinin tarihi olarak da okunabilir; mutluluğa erişebilmesi için anda kalmayı da öğrenmesi gerekmiştir…