Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Stanley Kubrick: Benzersiz kaşif


Kubrick için çok şey söylenmiştir: Mükemmeliyetçidir, yanında çalışanları çok zorlar, zekidir, donanımlıdır vs. vs. Tüm bunların içinde en önemlisi “kaşif” sözcüğü; onu en iyi anlatan sıfat bu.

Bazı insanlar vardır, dünyaya, dikkatlerini çeken her şeyi araştırmak için gelmiş gibidirler. İlgilerini çeken bir şeyi incelemeden duramazlar. Keşfetmek, anlamak ve anlatmak hayatlarının temel amacıdır.

Kubrick elinde neşterle dolaşıyormuş gibi görünen o insanlardan biridir. Filmlerinde ele aldığı temaları derinlemesine inceler, bununla da yetinmez, sinema sanatına ilişkin öğeleri de mercek altına alır.

“Barry London” (1975) Kubrick’in onuncu uzun metrajlı filmiydi ama ilk kez kostüme bir film yapacaktı. 18. yüzyıla ilişkin en güvenilir kaynağın o yıllarda yapılmış resimler olduğunu düşünüyordu, bunları inceledi, kostüm tasarımcısı, sanat yönetmeni gibi kişilere gösterdi, kostüm, mekan ve aksesuarlar hakkında uzun toplantılar yaptı. Resimleri görüntü yönetmeni John Alcott’la birlikte de incelediler. Özellikle ışık meselesi Kubrick’in kafasını kurcalıyordu. Gece sahnelerinde mum ışığından başka kaynak kullanmak istemiyordu ama daha evvel kimse böyle bir şey yapmamıştı.
Bir gün Kubrick Alcott’a gider, elindeki mercekleri gösterir ve “Bunları bu kameraya takabilir misin?” diye sorar. Nereden bulduysa Zeiss firmasının NASA için geliştirdiği, uzay fotoğrafçılığında kullanılmak üzere icat edilmiş mercekleri edinmiştir ve filmi onlarla çekmek niyetindedir.

Düşündüğünü yapar ve hiçbir dönem filminde olmayan, olağanüstü güzellikte görüntüler elde eder.

Kubrick budur.

Gider senarist Michael Herr’e, Gustav Hasford’un “The Short Timers” romanını uyarlamak istediğini söyler.

“Bir savaş filmi çekmek istiyorum.”

“Paths of Glory’yi çektin ya?..”

“Onu savaş karşıtı bir film olarak görüyorlar… Ben savaş filmi yapmak istiyorum. Konuyu ahlaki ya da politik olarak değil sadece bir olgu olarak ele almak istiyorum.”

Yani inceleyecek, anlayacak ve insanlığa anlatacaktır.

Dediği gibi de yapar, ortaya Martin Scorsese’nin “Savaşın neye benzediğini gerçekten anlatan tek film” biçiminde nitelendirdiği “Full Metal Jacket” (1987) çıkar. “Stanley Kubrick: Filmlerde Bir Hayat” belgeselinde Herr önemli bir noktaya dikkat çeker: “Filmin ikinci yarısı savaşa sanki Tanrı’nın gözüyle bir bakış. Yani olduğu gibi… Tüm yönleriyle…”

Herr’in Kubrick’e bir filmini anımsatması da anlamlıdır: Çünkü Kubrick kendini asla tekrarlamamıştır. Örneğin savaşı konu edinen üç filmi, “Paths Of Glory” (1957), “Dr. Strangelove” (1964) ve “Full Metal Jacket” birbirlerine hiç benzemezler, aslında bunlar üç ayrı türde eserdir.

Nobakov’dan uyarladığı “Lolita” (1962) ile Stephen King’den uyarlanan “The Shining” (1980) de birbirlerine hiç benzemezler… Kimin yönettiğini bilmeseniz bu ikisini ve örneğin “A Clockwork Orange-Otomatik Portakal”ı (1971) aynı kişinin çektiğini anlamanız çok zordur.

Çünkü Kubrick için önemli olan keşfetmektir. Sadece temaları, hikayeleri ve film karakterlerini değil, belirli film tarzlarını da keşfetmek… Dünyada keşfedecek bunca şey dururken incelediği, anladığı ve anlattığı bir olguyu, hem de aynı film biçimiyle tekrarlamak ona çok anlamsız gelir.

Tam da bu yüzden benzersiz filmler yapmıştır.

Bir Kubrick filmi için söylenebilecek en doğru cümle budur: Sadece başkalarının filmlerine değil, kendi eserlerine de hiç benzemez. Örneğin “2001: A Space Odyssey-2001: Bir Uzay Macerası” (1968) bilimkurgu eserleri kategorisinde özel bir yerde durur. Aynı şeyi örneğin “Alien-Yaratık” için de söyleyebiliriz, şu farkla ki öyküsü, öyküleme tekniği ve film boyunca ele alınan temalar bakımından da benzersizdir “2001”. Dahası da var; Arthur C. Clarke şu saptamayı yapıyor: “Stanley bir deneyim yaratmak istemişti, insanlar kendi hayat felsefelerine göre ondan mesajlar alacaktı”.

İşte bu cümleyi başka hiçbir film veya yönetmen için kuramazsınız.

Tipik Kubrick
Birbirine hiç benzemeyen tüm bu filmler, çoğunlukla, çekildikleri dönemin eğilimleri, Hollywood’un kuralları, ait oldukları türün şablonları açısından da eşsizdir çünkü Kubrick, neredeyse her filminde kendisinin o film için icat ettiği dramaturji anlayışını ve/veya tekniklerini kullanmıştır. Bir bilimkurgu filmini gorillerle açmak veya nükleer savaşla dalga geçmek veya filmi neredeyse iki farklı türde film olarak kurmak “tipik Kubrick” tavrıdır…

Bu “tipik” öğeler sayesinde, Kubrick’i iyi tanıyan birinin, ilk kez gördüğü bir filmi onun yönettiğini anlaması çok kolaydır. Çünkü Kubrick, hiçbir başka esere benzemeyen tüm o filmleri kendi üslubuyla yapmış, bir başka deyişle, tüm filmlerine kendi benzersiz imzasını atmıştır.

Ve bu arada, adım adım keşfederek inanılması gerçekten zor bir kariyeri inşa etmiş, yönetmenlerin değil, yapımcıların saltanat sürdüğü Hollywood’da, dilediği şeyi, canının istediği biçimde yapabilecek güç ve saygınlığı kazanmıştır. Time dergisinin sinema eleştirmeni Richard Schickel’in saptadığı gibi: “Bu çağda, bu uzlaşmaz filmleri yapıp da bu kariyeri elde edebilmiş” olması ayrıca ilginçtir.

Velhasıl Kubrick, benzersiz bir kaşiftir…

Film+, sayı: 17, Ağustos 2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder