Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

23 Nisan 2011 Cumartesi

Hep yanımızdalar


Yazacağınız senaryodan hareketle çekilecek filmde melekler nasıl görünecek?

Bu konuda bir öneriniz var mı?

Olmalı mı? Bir başka deyişle, “nasıl görünecekleri” senaristin sorumluluk alanına mı girer?

Bu soruları yanıtlamak için de temel başvuru noktanız “bir cümle” olacak.

“Bir cümle” inşaata başlamadan önce çizilen mimari tasarımdır; yani nasıl bir bina yapmak istediğimize ilişkin bir tarif. Hikayeyi üzerinde yürüteceğiniz ana eksen…

Meleklerle ilgili çok az film bildiğimizden kolaylık olsun diye aşk filmlerinden örnek vereyim: “Love Story / Aşk Hikayesi” ile “Gone with the Wind / Rüzgar Gibi Geçti” arasında dağlar kadar fark var. Çağdaş klasik seviyesine erişmiş Holivud romantik komedileri “Sleepless in Seattle / Sevginin Bağladıkları” ile “Pretty Woman / Özel Bir Kadın” arasında da… “Nuits Blanches / Beyaz Geceler” de aşk hikayesidir, “Son Kuşlar” da, “Before Sunrise / Gün Doğmadan” da; ama -öncelikle senaryoları açısından- birbirlerine o kadar az benzerler ki.

Demek ki bir senaristin “Aşk filmi yazacağım” diye yola çıkması yetersiz bir başlangıç olur; “bir cümle”niz daha geniş bir tarif yapmalı.

Düşünsel yoğunluk
“Beyaz Geceler” çok somut, gerçekçi bir filmdir, sosyolojik ve psikolojik gözlemlerle yoğrulmuştur, ana karakterlerinin yaşadıkları ev ve pansiyonun yoksulluğunu da çizer birkaç fırça darbesiyle. Ona kıyasla örneğin “Özel Bir Kadın” bir masaldır, hem de her şeyiyle.

Çok önemli bir fark daha var aralarında: “Beyaz Geceler” Dostoyevski’nin bilgece ama zarif yaklaşımıyla insanoğlunun aşka duyduğu umutsuz gereksinimin nedenlerini kurcalar. Yani felsefe yapar.

Tam bu noktada, bir konu üzerinde anlaşmamızın zamanı geldi: Başyapıt kabul edilen filmler çok da derindirler. Hangi hikayeyi anlatırlarsa anlatsınlar ele aldıkları konuya felsefi bir yaklaşımları vardır ve bu, hayli yüksek bir seviyededir. Bir başka deyişle büyük yönetmenler olarak anılan Welles, Bergman, Antonioni, Kurosawa, Tarkovski, Kubrick gibi ustalar, sadece yönetmenlik sanatına adamakıllı hakim oldukları için bu mertebeye erişmiş değillerdir.

Örneğin, çeşitli soruşturmalarda “sinema tarihinin en iyi filmi” seçilen “Citizen Kane-Yurttaş Kane”in ilginç özelliklerinden biri de çeşitli analiz yaklaşımlarına olumlu karşılık vermesidir, yani filmi, feminist, materyalist, psikanalist veya varoluşçu sanat kuramlarına göre incelediğinizde, hepsinden de sonuç alırsınız. Amiyane tabirle söylersek öylesine “dolu” bir filmdir, hemen her sahneden, diyalogdan, plandan, değişik yaklaşımlarla birbirinden farklı ama çoğu bir öteki kadar değerli onlarca sonuç çıkarırsınız.

Tam da bu yüzden “Senaryomda melekleri anlatacağım” gibisinden bir “bir cümle” olmaz. Bu cümle sizi fazla ileri götürmez. Ayrıca, yazının başında sorduğumuz (ve benzeri) her türden soruyu “bir cümle” aracılığıyla yanıtlayacağınıza göre ana cümlenizin sağlam bir referans noktası oluşturması gerekir.

Genişletelim: “Meleklerin insanlara yardım etmelerini anlatacağım”.

İlkine kıyasla biraz daha ileri bir adım attınız ama hala yeterli değil, felsefi açıdan eksik. “Yardım ediyorlar da ne oluyor?” sorusunun yanıtı yok.

Şu nokta da çok önemli: Bu ikinci “bir cümle”, bir durumu sergileyeceğinizi söylüyor, oysa başyapıtları incelerseniz gözlemlemekle yetinmediklerini, tespitler yaptıklarını, sorular sorduklarını ve çoğunlukla -kendilerince- yanıtlar verdiklerini görürsünüz.

Hakikaten başarılı bir melek filmi yazmak istiyorsanız, sizin insanları/insanlığı nasıl gördüğünüzü ortaya koymak durumundasınız. Bunu yapamazsanız sadece bir hikaye anlatmış olursunuz.

Binlerce aşk filminin yaptığı gibi.

Öte yanda aşk hikayesi anlatmakla kalmayıp seyircisine aşkla ilgili bir şeyler de öğreten, düşündüren, ruhlarını başka bir düzeyde de etkileyen filmler vardır, başyapıt dediklerimiz.

İnsanları düşündürmenin gerekli olup olmadığını sorgulamanıza gerek yok, seyircinin ne düşündüğü değil, ne derece etkilendiği önemli. Söyleneni anlamayabilirler, ama etkilenirler. Zihinlerinde bir karşılık oluşmayabilir ama ruhları alt üst olur. Önemli olan da bu.

Felsefeye, bu alt üst oluşları elde etmek için gereksiniminiz var.

Felsefe otomatikman oluşan anlam katmanlarını çoğaltır, yani filmi derinleştirir. Çeşitli katmanları anlayabilen seyirci hissettiklerinin yanı sıra düşündüklerinden de etkilenir. Ayrıca filmin katmanları çok sayıda ise aynı seyirciye değişik zamanlarda farklı biçimlerde seslenme imkanı doğar.

Anlam katmanları
Katmanlarla ilgili örneğimiz “Baba”nın açılış sahnesinden: Bir adam Don Vito Corleone’den yardım istemektedir. En sıradan seyirci bile konuşulanları anlar, baş karakterin gücünü, karizmasını görür, etkilenir. Biraz daha ehil bir seyirci her ikisinin de, ama özellikle Don Corleone’nin psikolojisini anlar, temel karakter özelliklerini görür, bunlardan da etkilenir. Çok daha az sayıdaki seyirci, hatta film eleştirmenlerinin bile pek az bir kısmı, ricada bulunan adamın “Amerika’ya inanıyorum” cümlesiyle başlayan (ki bu filmin ilk repliğidir) tiradının anlamını çözer, neden filme konduğunu anlar. O adam çağdaş toplumun yasalarına ve kurumlarına hep güvenmiş bir İtalyan kökenli Amerikalıdır, hayal kırıklığına uğramıştır ve kendine benzeyen insanların ülkelerinden ABD’ye taşıdıkları mafya kurumuna başvurmaktadır. Böylece o sahne filmin, herhangi bir mafya hikayesi anlatmayacağını, mafyanın, çağdaş kurum ve yasaların bıraktıkları boşluktan doğmuş ve besleniyor oluşuyla daha ilk sahneden ilgilendiğini, yani mafyayı ve dolayısıyla ABD’yi tarif edeceğini belirtir. Ve bu tarif (filmin adından belli) insan merkezli, yani psikolojik derinliği üst seviyede olacaktır. İlk sahnede gördüklerinin anlamına tam olarak vakıf olabilen bir seyirci, filmin geri kalanında oluşturulmuş anlam katmanlarını da (en azından çoğunu) anlayacaktır.

Başta sorduğumuz sorulara dönersek… Meleklerin ayırt edici biçimde görünmeleri, film onları insanlarla yan yana gösterecekse gerekli. Örneğin “Berlin Üzerinde Gökyüzü”nün (açılışta ana karakterlerinden birini genel planda gösterirken sırtında kanatların belirip yok olması dışında) film boyunca kullandığı ayırt edici özellik, meleklerin benzer giyimli ve kısa at kuyruğu saçlı olmalarıdır. Böylece bir caddeyi, bir kütüphaneyi gördüğümüzde perdedeki kişilerin hangilerinin melek, hangilerinin insan olduğunu bir bakışta anlarız.

İnsanlarla melekleri yan yana göstermek ise hayatı tarif etmek açısından çok önemli bir bakış açısına yaslanıyor. Bu yazılarda örnek olarak kullandığım filmlerden sadece “Berlin Üzerinde Gökyüzü” meleklerle ilgili “her yerdeler, hep yanımızdalar” türünden bir cümleyi aktarır izleyicisine.

Sizin “bir cümle”niz böyle bir vurgu yapacak mı?

Film+, sayı: 6, Eylül 2005

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder