Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

20 Haziran 2011 Pazartesi

Hepimizin babası ve '68 kuşağı (1)

Her insan "baba onayı" arayışındadır. Hatta bu talebini filmlerdeki babalara da yöneltir, örneğin "Hababam Sınıfı" serisinin Mahmut Hoca'sına. Çünkü Münir Özkul "toplumsal baba modeli"mizdir

Her baba bir okuldur aynı zamanda, hayat üniversitesidir.

Asıl değeri zamanla anlaşılır.

Başkalarına çok az etkide bulunmuş gibi görünen babalar için de geçerlidir bu.

Hani bazı ömürler vardır, mesela bir avuç insanın yaşadığı bir köyde geçmiştir. Yüzeysel bakan, öyle bir babanın biraz hayvan ve tahıl yetiştirmekten başka bir işe yaramadığını sanabilir. Oysa “ortalama birey” diye adlandırılanlar da hayata büyük katkıda bulunur: Diktiği ağacın meyveleri, yaptığı ayakkabı, kurduğu köprü insanların işine yarar. Hiç kimsenin mesela havlu üretmediği bir dünyada yaşamak istemezdiniz. Veya ampül yapmadığı, araçları onarmadığı...

Bunlar bir yana, “sokaktaki adam”, Atatürk, Gandi, Einstein, Mevlana vb “dünya öğretmenleri”nin de babası değilse dedesidir. Tüm ömrü küçük bir devlet dairesinde memur olarak geçmiş de olsa, seleflerinden alıp dönüştürdüğü ve kendisinden sonrakilere aktardığı değerler, gün gelir, insanlığa ve dünyaya kocaman bir katkıya, büyük bir hizmete dönüşür.

Ömrü kısa, sözü kısa babalar için de geçerlidir bu sözüm: Örneğin Pink Floyd'un basçısı, çoğu şarkının söz, müzik ve vokalinde imzası bulunan Roger Waters (1943) henüz beş aylıkken babası 2. Dünya Savaşı'nda ölmüştür. Babasız geçen çocukluğunu asla unutmayan sanatçı acısını şarkılarında açıkça, bazen çığlık çığlığa dillendirir. Örneğin grubun aynı isimli albümünden hareketle yapılan “Pink Floyd: The Wall” filminde, parkta kendi kendine sallanmaya, başka bir çocuğun babasını sahiplenmeye çalışan ufaklık, Waters'ın ta kendisidir.

Çünkü iki temel insan gereksiniminden biri, yani “baba onayı” (diğeri “anne şefkati”dir) küçümsenemez, yok sayılamaz; kişi şahsen bunun önemine hiç inanmasa bile, onu aramaya devam eder, kendi babasının kimliğinde değilse bile başkalarında...


“Baba, bana ne bıraktın?”
Dolayısıyla Waters'ın duygularını irdelemesi, babasıyla ilişkisini sorgulaması çok doğaldır. Nitekim, aynı albümün “Another Brick In The Wall, Part I” isimli şarkısında sorar:
“Babam okyanusun ötesine uçtu
Ardında bir hatıra bırakarak
Aile albümünde bir fotoğraf.
Baba, bana ne bıraktın başka?”

Waters'ın babası, oğlunun dünyaya gelmesini sağlayan iki kişiden biridir; ona sadece genlerini vermemiştir, bebeğin ruhuna babanın enerjisi, bilgeliği, hayat tecrübesi de katılmış, sonra o ruh milyonlarca insana ulaşan şarkıları yaratmıştır (Resmi rakamlara göre 200 milyondan fazla Pink Floyd albümü satıldı; radyodan, TV'den, filmlerden dinleyenleri de hesaplarsak, o şarkıların dünya nüfusunun ciddi bir bölümüne ulaştığı ortaya çıkar).

Annesinin varlığıyla, babasının yokluğuyla şekillenen kişiliğin temel özelliklerinden ikisi hümanist ve savaş karşıtı olmasıdır; bu muhalif kimlik tüm insanlığı etkilemiştir. Çünkü Pink Floyd'un olgunluk döneminde (1970-1983 arası) Waters'ın büyük etkisi ve emeği vardır, her yeni çalışmada katkısını daha da artırmıştır. Örneğin grupla yaptığı son albüm olan “The Final Cut”, savaşı ve savaştan medet uman politikacıları eleştiren bir konsept albümdür. Waters eseri babasına adamıştır, onu savaş yüzünden kaybetmesinin, savaş karşıtı kimliğine büyük etkisi/katkısı olduğu buradan da bellidir.

Hiç kimsenin hayatı değersiz değildir ve boşa geçmez.

Hiçbir baba kötü veya yararsız değildir. Olamaz zaten.

Bu önermeleri doğrulamaya, ancak 5 ay baba olarak kalabilen Eric Fletcher Waters örneği de yeter.

Dünyayı istiyoruz deme cesareti
Roger Waters ve Pink Floyd, '68 kuşağının simge isimleri arasındadır. Savaş, kapitalizm ve konformizm karşıtı o kuşak dünyayı değiştirmeye cüret etmiş ve bunu başarmıştır. Slogana dönüşen “Dünyayı istiyoruz / Hemen şimdi!” dizelerini yazan Jim Morrison (1943) da 68'lidir, “The Doors” filminde onu anlatan Oliver Stone (1946) da, o filmi ülkemize ithal eden Özen Film'in yöneticisi Mehmet Soyarslan da (1944).

Sonraki yıllarda sinema çalışmalarına ağırlık veren Soyarslan, gençliğinde müzisyendi, Apaşlar grubundayken yaptığı unutulmaz “Resimdeki Gözyaşları”, 1968'de yayımlanmıştır. Şarkının vokalisti, örneğin Ian Gillan (Deep Purple) gibi dünyaca ünlü olmasa da Rock tarihinin en muhteşem sesleri arasında adı sayılabilecek kadar önemli ve başarılı bir şarkıcıdır.

Cem Karaca, 1950'lerin ünlü tiyatrocu çifti Mehmet ve Toto Karaca'nın oğludur, 1945 doğumludur, ilk kez oyunlarda sahneye çıkmıştır. Sesinin gücünü keşfeden annesidir, babası ise hariciyeci olmasını istediği oğlunun müzik tutkusunu engellemek için çok uğraşmıştır. Delikanlılık çağında Cem Karaca'nın, bu konuda babasıyla çok çatıştığı anlaşılmaktadır.

Toplumsal baba modeli
Ama aynı Cem Karaca “Babama” şarkısını da yazmıştır. Girişinde şu cümleler yer alır eserin: “Bir dolu şey söylendi analar için. Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar dediler. Ama hep analar için.” Yine sözlerden anlaşıldığı kadarıyla bu şarkı sanatçının babasına ağıdıdır.

Karaca'nın o şarkıdaki tarifi, bu topraklarda yaşayan çoğu insana uyar, adeta hepimizin babasını anlatmaktadır:
“Ellerinle anlatır, dilinle söylerdin
Gözlerinle sever, belli etmezdin
Biliyor ve inanıyorum şimdi yukarıda
Koruyor ve gözetiyorsun beni hala”

Şu dize de önemlidir: “Bir avuç altın öğüt mirasın bana”...

Bu şarkıları dinleyen, filmleri izleyen herkesin inançlı olması, hele de ruhun sürekliliğine ve ahret yaşamına inanması gerekmez, önemli olan algıdır, her evlat babasının temel özelliklerinin sonsuza kadar devam etmesini diler, ondan öğretmeyi ve korumayı sürdürmesini bekler.

Gerçek babalar bu beklentiye yanıt veremezler, ortalama insan ömrü bunu imkansız kılar. Sadece filmlerdeki babalar bu beklentiyi karşılayabilir. Bunun nedeni karmaşık değildir: Sinema en popüler sanat dalıdır ve filmlerin ömrü uzundur, perdedeki baba karakteri sadece iki değil, 20 kuşağa da seslenebilir.

Nitekim seslenmektedir: 1975'te başlayan “Hababam Sınıfı” serisinde Münir Özkul'un canlandırdığı o unutulmaz öğretmen karakteri, hala ekranlardadır, ilk film yapıldığında delikanlılık çağında olanlar torunlarını gördüler, ama Mahmut Hoca hala aynı yaşta. Zamanında onlara seslendiği gibi bu dönem delikanlılık çağında olanlara da öğretiyor, büyük ihtimalle onlar dede olduklarında da korumaya ve sevmeye devam edecek.

Önemli bir simge: Münir Özkul
İşin ilginci Mahmut Hoca bekardır, ama bir simgeye dönüşmesi için gereken her niteliğe sahiptir. Daha sonra yapılan Arzu Film eserleriyle dönüşüm tamamlanmış, Özkul “her çocuğun babası” haline gelmiştir.

Çünkü bunlar toplumun en temel özelliklerini bilen büyük sanatçıların yaratıcılıklarıyla ortaya çıkmış tariflerdir, Kel Mahmut kişiliğinin oluşmasında, Rıfat Ilgaz, Umur Bugay, Ertem Eğilmez ve tabii ki Özkul'un (ve serinin devamında Sadık Şendil ile Yavuz Turgul'un) emeği vardır. Aynı ekip Kemal Sunal'la İnek Şaban, Adile Naşit'le Hafize Ana'yı yaratmış, bu ikisi de çok etkili ve uzun ömürlü karakterlere dönüşmüştür.


“Hababam Sınıfı” serisi sürerken, başka Arzu Film eserlerinde farklı anne karakterleri üstlenen (hatta bazılarında Özkul'un eşi olarak karşımıza çıkan) Adile Naşit “hepimizin annesi” olmuştur, hala da bu konumdadır. Çünkü Türk sineması henüz “toplumsal anne modeli”nin yeni versiyonunu çıkaramamıştır, büyük eksikliktir.

Özkul'un yerini almak içinse iki aday birden vardır; bu da tüm ülke için önemli bir kazanımdır. Çünkü toplumsal baba modelinin asıl önemi, örnek oluşturmasında yatar. “Sevgi dolu, ama duygularını belli etmeyen, mesafeli ve otoriter, bilge ve öğretici, esirgeyen ve koruyan” tarifi, büyük oranda gerçek, ama biraz masalsıdır. Türkiye'de yaşayan babaların belki de önemli bir bölümü örneğin çocuklarını döver ve yine herhalde önemli bir kısmı Mahmut Hoca kadar sevgi dolu ve sorumluluk bilinci gelişmiş kişiler değildir (Örneğin “Çoğunluk”ta Settar Tanrıöğer'in müthiş bir başarıyla canlandırdığı baba karakteri, Mahmut Hoca kadar gerçektir).

Zaten insanlar kendi babalarında göremedikleri bazı güzel özellikleri de taşıdığı için Mahmut Hoca'yı çok sevdiler ve saygı duymaya devam ediyorlar. Kendi babaları için aynı şeyi düşünmeseler de Mahmut Hoca onlar için kutsal bir değer, ve onun kutsallığı “isimsiz babalar”ın manevi değerini de artırıyor.

Yazının başında bahsettiğim “isimsiz kahramanlar”la, etki alanını çok genişletip milyonlarca çocuğa baba olmuş Mahmut Hoca vb arasında karşılıklı bir etkileşim vardır. “Sokaktaki adam” olmasa Kel Mahmut da olamazdı, çünkü o “toplumsal baba modeli”ni oluşturan sanatçıların da babası, amcası, dedesiydi. 1975'te o isimsiz baba, Münir özkul'un fiziğiyle yeni bir kimlik kazandı, dönüştü, Mahmut Hoca olarak hayatına devam etti, milyonlarca çocuğu, genci etkiledi. Bu etkiyi alanlar baba olduklarında kendi büyükleri gibi davranamazlardı zaten çünkü onları Mahmut Hoca yetiştirmişti.

Tekil bireylerin hayatı ve kişisel özellikleri insanı yanıltabilir; ama “toplumsal baba figürü” yanılmaz. Ve o kadar etkilidir ki, seyircinin bilinçaltına yerleşir, “baba onayı” talep ettiği bir makama dönüşür.

Öte yandan: Toplumsal değişikliklere ek olarak bu talebin etkisi, zamanla “herkesin babası”nı değiştirir, dönüştürür. Bu yeni tarifi yapıp perdeye yansıtmak da haliyle yine sanatçılara düşer.

Ne mutlu bu topluma... Ki, Mahmut Hoca'nın yerini alacak yeni baba tarifi yapılıyor, üstelik bu tarifi fiziksel olarak karşılayabilecek iki oyuncu birden var.

(devam edecek)

Yazının girişindeki çalışma "Hayat Yuvarlaktır" isimli blogtan alınmıştır, kimin hazırladığı orada da belirtilmemişti.

4 yorum:

  1. Hiçbir baba kötü veya yararsız değildir. Olamaz zaten.
    yazıdan alıntaladığım bu tür genellemeler hep korkutur beni. Bunu okuyan genç bir insan, gerçekten kötü ve yararsız babasını sevmediği için suçluluk duygusu duyabilir yok yere. Kötü ve yararsız babalar vardır ve çocuklar onlardan kurtulmak zorundadır.

    YanıtlaSil
  2. Gerçeklik görecelidir sevgili Kedi, siz olduğunu söylüyorsanız vardır.
    Bence yok. Bunun nedenlerinin bir kısmı yazıda yer alıyor zaten.
    Bir başka önemli nedeniyse şu: Doğanın hangi köşesinde "kötü ve yararsız" bir şey var ki, bir insan için bu söylenebilsin?
    Bahsettiğiniz genç insan başka birinin, hele de kendi babasının kötü ve yararsız olduğunu düşünürse, temelde herhangi bir insanda bu özelliklerin var olabileceğini kabul ediyor demektir. Bunun kabulü, kendisinin de "kötü ve yararsız" olabileceği anlamına gelir. Çünkü gerçeklik görecelidir.

    YanıtlaSil
  3. Avusturya'daki ve bizde daha geçenlerde gazetelerde yer alan haber geliyor aklıma... kendi kızlarına yıllara tecavüz eden adamlar... Onlardan doğan torun-kızlarına da... Bu babayı "çok fazla seviyor" diye mi kabul ediyorsun? Çocuklarını aç bırakmamış, hepsine bakmış, onlara ev vermiş falan diye bakarsan... iyi babaymış :)

    YanıtlaSil
  4. Bahsettiğiniz türden insanlar var hayatta, yazıda ben de "Çoğunluk"tan örnek vererek bunu belirttim zaten. Bu ikinci yorumunuzdaki yaklaşım haksız, çünkü yazının hiçbir yerinde bu tür insanlara yönelik bir savunma/olumlama yok. Bu tür kişilerin hasta olduğu genel kabul gören bir olgu. Bense onlar için bile "kötü ve yararsız" denemeyeceğini savunuyorum. Hiçbir olay "sadece kötü" değildir ki. Örneğin kızına tecavüz eden herhangi bir babanın, dünyaya/hayata en küçük bir olumlu katkı yapmadığını mı düşünüyorsunuz gerçekten? Bu önerme hayatın işleyişine aykırı.

    YanıtlaSil