Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

8 Haziran 2011 Çarşamba

Thomas Jefferson, Will Smith, Paul Simon ve Zeki Müren (ya da mutluluğun sırrını aramak)

Bir varmış, bir yokmuş... Bir ülkede genç bir adam Bağımsızlık Bildirgesi’ni kaleme almış, onun bir cümlesi bir adama ilham vermiş, o adam hayatını anlatan bir kitap yazmış, o kitap sinemaya uyarlanmış ve o filmde çok ünlü bir şarkı kullanılmış… Ve bunların hepsi “mutluluk" kavramıyla ilgiliymiş

Mutluluğu kovalama hakkı
Zeki Müren’in sesiyle ölümsüzleşmiş, çok etkileyici bir Türk Sanat Müziği şarkısıdır, “Mutluluğun Sırrı”. Sözlerinin bir bölümü şöyledir:

“Bir göz açıp kaparken, bir bakarsın geçmiş ömrün
Yaşamaya alışırken çıkagelirmiş ölüm
Son pişmanlık faydasız, giden geri gelmiyor
Mutluluğun sırrını kimse bilmiyor”

Gerçekten kimsede bu bilgi yok mudur, tartışılır. Fakat biz, saygıyı elden bırakmayalım, bu önermeyi aynen kabul edelim. Yine de bir açık kapı kalır: Mutluluğun sırrını kimsenin bilmemesi, asla bilinemeyeceği anlamına gelmez. Tarihte hiç kimse bu sırra gerçekten eremediyse bile, belki yarın birisi keşfedecektir...

Tabii bunun için araması gerekir.

Amerika Birleşik Devletleri’nin kurucularından Thomas Jefferson da herhalde aynı görüşteymiş ki, -4 Temmuz 1776’da ilan edilen- Bağımsızlık Bildirgesi’ni kaleme alırken insanların doğal hakları arasında bunu da saymış. İlgili cümle şöyledir: “Aşağıda gerçekler bizim için gayet açıktır: Tüm insanlar eşit yaratılmışlardır; Yaradan’ları tarafından bağışlanmış, belli bazı vazgeçilemez haklara sahiptirler; yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişme hakları da bunların arasındadır.” (Bazı çevirilerde “mutluluğu arama” olarak geçiyor).

Bugünkü ABD’nin karşı tezi
Bildirge’nin o bölümü Gabriele Muccino’nun yönettiği “The Pursuit Of Happyness / Umudunu Kaybetme” (2006) filmine isim olur. Filmin bir sahnesinde Will Smith’in canlandırdığı Chris Gardner, bir duvarda bu kelimelere rastlar ve Jefferson hakkında düşünür: “Kovalama kısmı nerden aklına geldi ki acaba? Mutluluk ancak peşinden koşulabilecek ve gerçekte asla erişilemeyecek bir şey olduğu için mi?”

Bu sözler, mutluluğa dair iki temel felsefi görüşten birine işaret eder: Tarih boyunca filozoflar, sanatçılar, bilgeler bu konuda ikiye ayrılmışlardır; kimisi mutluluğu yakalamanın mümkün olduğunu iddia eder, diğerlerine göreyse aslolan aramaktır, bulmak değil…

Smith’in oğlu Jarden’le başrolleri paylaştığı film, gerçek hayat hikayesinden alınmıştır: Yanında 5 yaşında bir çocukla evsiz kalan Chris, sığınaklardan, sokak aralarından tekrar yükselmeyi başarır. “Umudunu Kaybetme” tipik Holivud ürünlerinden biri değildir; evet, “başarı hikayesi”dir, seyirciye ilham verir, kendini iyi hissetmesini sağlar, ama bunlardan çok daha fazlasıdır.

Filmde Jefferson’ın adı birkaç yerde geçer, sanki film izleyicisini onu ve arkadaşlarını (Amerikalıların “Kurucu Babalar” dediği kişileri) anımsamaya davet etmektedir. ABD’yi kuranlar hayli birikimli ve zeki insanlardır, ama senaryo örneğin George Washington veya John Adams’ı değil, özellikle Jefferson’ı anar, onun şair ruhlu olduğunu söyler. Jefferson, aslen avukattır, doğa aşığıdır, müzik tutkunudur, hayır severliğiyle nam salmıştır. Henüz 33 yaşındayken Bağımsızlık Bildirgesi’ni kaleme alan bu adam, inanılmaz bir sağduyuya, gelişmiş bir sezgi gücüne ve hayret uyandıran bir analiz yeteneğine sahiptir. ABD’yi Kurucu’ların çizgisinden çıkarıp bugünkü haline getiren her şeyi en az 100 yıl önce görmüş, yazmış, kitleleri ve yöneticileri uyarmaya çalışmıştır. Herhalde bunda hem bilime, hem metafiziğe düşkünlüğü ve her iki alanda da ciddi eğitim almış olması önemli pay sahibidir.

Serendipiti
Bir başka deyişle Jefferson, bugün ABD’ye hakim olan (ve tüm dünyaya yaymaya çalıştıkları) anlayışın antitezidir. 1980’lerde, yani kapitalizmin en deli hali olan Yeni Sağ iktidarında geçen film, kısmen senaryosuyla, ama asıl çoğu seyircinin önemini anlayamayabileceği ayrıntılarıyla tezini sunar. Ana kahramanın ruh hali ve düşüncelerinin yanı sıra, “fonda” kalan kişileri ve hatta kalabalığı resmedişiyle adeta şu cümleleri kurar: “Devletimiz bilinçli olarak Jefferson ve çalışma arkadaşlarının ilkelerinden uzaklaştı, insan doğasına aykırı bir sistem kuruldu, her yeni gelen kuşağa başarıya tapmaları öğretildi. Evsizler, maddi değerlere tapmanın, rekabet vahşetinin ve altta kalanın canı çıksın anlayışının sonucudur” (ABD'de nüfusun yaklaşık %10'unun evsiz olduğu biliniyor)...

Fakat film, kapitalizm konulu bir belgesel olmadığı için asıl öyküsüne bağlı kalır, mutluluğu da Gardner’ın algıladığı haliyle aktarır: bir eve, işe, eşe, arabaya sahip olmak, yani maddi başarı...

Hayattaki her şey gibi mutluluk da görecelidir, bir başka insan için maddi başarı önemsiz olabilir, onun mutluluk tarifi, bir ideolojiye veya vatana hizmet etmek gibi bir ideali içerebilir. Aslında tam da bu yüzden Jefferson Bildirge’deki cümlede “arama hakkı”ndan söz etmiştir. Herkes için geçerli bir mutluluk tarifi olmadığı gibi, herhangi bir insanın kişisel tarifi de zaman içinde değişebilir, örneğin kişi gençken maddi başarı onun için çok önemli olabilir, ama yaşlanınca şarkıdaki gibi “Paranın ne önemi var / Mühim olan insanlık” demeye başlayabilir. Tabii bunun tersi de mümkün… Mutluluğun göreceli oluşu yüzünden insanların mutluluğu arama hakkı olmalıdır, kişisel tarifleri değiştiğinde de bu kez başka bir kavramı mutlulukla özdeşleştirebilsinler, onun peşinde koşabilsinler diye… Jefferson (ve arkadaşları) bu hakkın doğuştan geldiğini ve alınamaz olduğunu kabul ve ilan etmişlerdir. Bunun anlamı şudur: Devlet, bireylerin mutluluğu arama hakkına müdahale etmeyecek, onlara belli bir mutluluk tarifini dayatmayacaktır.

Yaklaşık olarak 20. yüzyılın başından itibaren ABD devleti öncelikle kendi vatandaşlarına, güçlendikçe tüm dünyaya tek mutluluk tarifini (maddi başarı) dayatmaya başlamış, bu anlayış doruk noktasına 1980’lerde ulaşmıştır (68 kuşağının karşı çıkışı bertaraf edildikten sonra, öncelikle onların çocuklarını “hizaya sokma” amaçlı bir operasyonun adıdır Yeni Sağ. Tek hedefi bu değildir tabii ki, ama bu da önemli bir amaçtır).

“Umudunu Kaybetme”nin değeri, bugün dünyanın her köşesine yayılmasına ramak kalmış gibi görünen bu çarpık zihniyeti, en zayıf yerinden yakalayıp afişe etmesiyle de bağlantılıdır: Yeni Sağ döneminde geçer, ABD’ye hakim olan hayat algısına göre en aşağıyı (evsiz kalmak) ile en yukarıyı (milyon dolar değerinde bir şirkete sahip olmak) birlikte sunar. Ve kahramanımız, doktor veya siyasetçi değil, önce pazarlamacı, sonra borsacıdır, bir şeyleri “satarak” kazandığı parayla bir şeyler “almak” derdindedir. “Dırakdörden gadillağa” biçimde özetlenebilecek bir hayat hikayesi de vardır. Üstelik zenci olmasından kaynaklanan toplumsal dezavantajlarla da başa çıkması gerekmiştir… Daha ne olsun: Şahane bir Holivud masalı için her malzeme var…

Oysa “Umudunu Kaybetme”, masalları yere çalan bir filmdir.


En karanlık anın da sonuçta geçeceğini, pes etmemek gerektiğini öğütler, en dipteyken bile bir çıkış yolu bulunabileceğini anımsatır. Gardner’ın sistemin herkese dayattığı prensiplerden bazılarını (örneğin iş görüşmesine şık gitmek, gerektiğinde yalan söylemek vs) yerine getir(e)memesine rağmen, başarıya ulaştığını gösterir; hayatını şekillendiren tesadüflere, eşzamanlılığa, serendipitiye ve oğlunun bilinçsiz katkılarına dikkat çeker.

Kendi mutluluk tarifine Gardner, bazı kişisel özelliklerinin yarattığı engelleri ortadan kaldırarak (bazen kaldırmak zorunda kalarak) ulaşır. Bunun yanı sıra film, mutluluğa giden yolu inşa etmek için gereken araçlarından bazısını da işaret eder: Chris kendisi için asıl değerli olana (oğluna duyduğu sevgi) sımsıkı sarılır, bir misyonu (oğlunu sefaletten kurtarmak), özsaygısı ve sürekli düşündüğü, ilham aldığı bir akıl hocası (Jefferson) vardır.

Azgın suların üstündeki köprü
Ruh yücelten bu filmde, öyküye gayet uyan “Bridge Over Troubled Water” şarkısı Roberta Flack’in yorumuyla kullanılmıştır. Paul Simon bestesidir, 60’ların en ünlü gruplarından Simon and Garfunkel’ın 1969 tarihli konser albümünde yer alır, 1970’te 45’lik olarak sunulmuştur (Paul Simon ve Art Garfunkel’ın ilkokuldan beri tanışıyor olmaları ayrıca ilginçtir. Hatta “Alice Harikalar Diyarında” oyununda birlikte rol almışlardır). 1971’de yılın şarkısı seçilmiş ve Grammy kazanmıştır. Rolling Stone dergisinin “Gelmiş Geçmiş En İyi 500 Şarkı” listesinde 47. sıradadır.

İlk kez bir TV programında, John F. Kennedy, Robert Kennedy ve Martin Luther King’in görüntüleriyle birlikte yayımlanmıştır (Ki bu üç ismin ortak noktası, öldürülmüş olmalarıdır, “Jefferson yolu” diyebileceğimiz anlayışa yakın isimler oldukları için ortadan kaldırıldıklarına inananlar çoktur).

Simon, şarkının nakarat kısmı için, gospel (ilahi, ağıt) sanatçısı Claude Jeter’in “Mary, Don’t You Weep” şarkısındaki bir dizeden ilham almıştır: “Bana güvenirsen, derin suların üzerindeki bir köprü olurum senin için”. Şarkının gospel türüyle ilişkisi o kadar belirgindir ki, unutulmaz sanatçı Aretha Franklin, ilahi olarak yorumlamış, o versiyon da hayli ilgi görmüştür.

Şarkının sözleri iki ayrı yorumla analiz edilebilir; Jefferson bağlantısı dolayısıyla önce metafizik açıdan yaklaşalım:

“En zor anında
Arkadaşlarına bile ulaşamadığında
Ben yanındayım
Azgın suların üzerindeki bir köprü gibi
Yere uzanacağım”

Sözlerin tamamını göz önüne alarak düşündüğümüzde anlam daha da netleşir: Bana güven, bana inan, o zaman azgın suların (hayatın çalkantıları, sorunlar) seni alıp götürmesine engel olabilirsin, onları aşmanı sağlayacak bir köprüyü bulabilirsin.

Böyle yorumlandığında şarkının mutlulukla ilişkisi şöyle özetlenebilir: İnançsız mutluluk mümkün değildir (Şarkının çok sayıda soul, gospel, caz, country ve reggae versiyonunun bulunması, bu anlamıyla ilişkilidir. Nitekim “Glee” TV dizisinin ruhsallığın önemini vurgulayan bir bölümünde de kullanılmıştır)

Mistik/dini anlamını hesaba katmadan yorumlandığında şarkı yine çok manalıdır, bu kez sevgiye vurgu yapar; içinde şefkat ve koruma duygusunu yoğun olarak barındıran, haliyle istisnasız herkesin ihtiyaç duyduğu bir sevgiden söz eder (Nitekim şarkıda geçen “silver girl / gümüş kız” kelimeleri Simon’ın, saçlarının kırlaşmasına üzülen karısına seslenişidir, sonradan eklenmiştir).

Hıristiyanlar için zaten bu iki anlam iç içedir: Baba (Tanrı), insanlara yardım etsin diye Oğlunu (Hz. İsa) dünyaya gönderdi, ana cümlesi haliyle, Tanrı’nın insanlara ve insanlığa yoğun bir sevgi duyduğu anlamını da içinde barındırır.

Mutluluğun sırrını aramak
Dolayısıyla “köprü” sevgidir, ateistseniz Tanrı kavramından bağımsız olarak düşünürsünüz, Müslümansanız zaten her an Allah’a sığınır, onun sevgisine güvenirsiniz. İnançlı olmasına rağmen, “Baba Tanrı” kavramını makul ve sıcak bulmayan biriyseniz bile, kastedilen türde sevgiyi bilirsiniz.

Çünkü, bilinçaltının işleyiş mekanizması ve kolektif bilinçaltı dolayısıyla şarkının gerçek anlamını (müzikle de iletilen mesajı) siz de tam olarak alıyorsunuz. “Umudunu Kaybetme” filmindeki her ayrıntıyı, her figüranı, her kamera hareketini ya da açıyı, fonda çalınan her şarkıyı “aldığınız" gibi. Thomas Jefferson’ı siz de tanıyorsunuz, zihninizde onunla ilgili hiçbir bilgi olmasa bile.

Egoyla bağlantılı çalıştığı için zihnin kategorilere ayırma, yargılama ve reddetme yetisi ve alışkanlığı vardır.

Bilinçaltı ise sadece alır.

Ruh ise hem her şeyi alır, hem de her sırra, mesela sözsüz müziğin anlamına da vakıftır. O yüzden aslında, “mutluluğun sırrı”nı sadece ego/zihin arar, ruh ise onu dürtükleyerek uyandırmaya, “aslında hiç kaybetmediği” bir şeyi aradığını anlatmaya çalışır.

Müzik ve sinema aynı anda ruha, bilinçaltına ve zihne seslenebildikleri için çok değerli öğretmenlerdir; örneğin bahsi geçen şarkının Zeki Müren yorumunu dikkatle inceleyenler, bir “sırra” erişirler: Düzenleme (özellikle koral bölümler), Müren’in olağanüstü yorumu ve hatta sözlerin bir kısmı, “kimse bilmiyor” önermesini zaten yalanlamaktadır. Mesela “Gün bugün, saat bu saat / Başka türlü yaşanmaz bu hayat” dizeleri mutluluğa giden yolun inşası için kullanılan en önemli araçlardan birine vurgu yapar: Anda kalmak.

“Umudunu Kaybetme”, Chris Gardner’ın bu prensiple ilişkisinin tarihi olarak da okunabilir; mutluluğa erişebilmesi için anda kalmayı da öğrenmesi gerekmiştir…

4 yorum:

  1. Emeğinize, yüreğinize sağlık anlatımınız için. Bu film arşivimde mevcut ama henüz izlemedim, IMDB puanına göre edinmiştim.

    Yazınızı okudum, okurken bir yandan da ülkemizde yaşadığımız koşulları düşündüm. Sanki mutluluk bize çok uzakmış gibi geldi birden. Karamsarlığı sevmem ama mantığım artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını söylüyor bana. Hadi çoktan vazgeçtik paylaşımlardan, bölüşmelerden, sırdaşlıklardan, dostluklardan bizi biz yapan tüm güzel davranışlarımızı günümüzde aramaktan, şimdi çok daha anlamsız, manasız, sığ geliyor yaşamak. Birde ne olacağım, ne olacağız kaygısı sarmış benliğimizi. Sokakta yürüyen insanımızın yüzüne dikkatlice baktınız mı hiç? Gençler de dahil, gülümseyen, sohbet eden, selam veren birine rastladınız mı uzun bir zamandır?

    Mutluluk o kadar uzak geliyorki bana şimdilerde, az biraz olsun "düşüncesizce" vakit geçirmek için saçma sapan aksiyon filmleri izliyorum bu günlerde.

    Filme ve tanıtımına yorum yazacaktım ama düşüncen klavyeme böyle yansıdı bugün.

    Sağlıcakla ve umutla kalın...

    YanıtlaSil
  2. Sokaklarda gülen yüzlere çok rastlıyorum, arkadaşlarımın ve akrabalarımın önemli bölümü de sizin tarifinize uymayan, paylaşımı vs bilen insanlar... Hiç olmazsa bir hafta "saçma sapan" dediğiniz filmler yerine "ilham veren film" (http://manalifilmler.blogspot.com/search/label/ilham%20veren%20film) seyretseniz belki siz de daha sık görürsünüz gülen yüzleri (tabi en başta aynada:)

    YanıtlaSil
  3. yazınızı okuyunca, filmleri çoğu zaman ne kadar DÜZ izlediğimi farkettim. bilinçaltımın izlerken aldıklarını, bilincimin de algılamasını isterdim.

    bilincimizin yükseldiğine inanıyorum. son dönemlerde yapılan filmlerde bunun kanıtı bence... Mutluluk kavramı günümüzde paraya dayalı gibi görünse de, ben bunun gittikçe değiştini gözlemliyorum. insanlar artık daha manevi değerlerle ilgilenmeye başladılar sanki. özellikle yeni neslin daha sevgi dolu, daha hoşgörülü ve daha çözümcü olduğu dikkatimi çekiyor.

    YanıtlaSil
  4. İnsanın görme yetisi zamanla gelişebiliyor. O cümlenizi bilinçaltınız bir emir olarak algılayıp çalışmaya başladı bile:) Hele de yüksek sesle "Daha fazlasını görmek istiyorum" derseniz daha hızlı sonuç alırsınız. Filmi rast gele bir yerinde durdurup kadrajı incelemek, aynı filmi bir süre sonra tekrar izlemek gibi yöntemler de işe yarar. Tabii ki her okuduğunuz film analizi de bu yönünüzü geliştirir.

    Diğer paragrafınızdaki görüşlere aynen katılıyorum, ne güzel ifade etmişsiniz, ellerinize sağlık.

    YanıtlaSil