Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

25 Şubat 2010 Perşembe

Hikaye cenneti ve sektör refleksi



Gündemi elinde tutamayan bir sektörün kendine güveni de zayıflar çünkü toplumda etki yaratamadığının bilincindedir. İşin kötüsü bu özgüven eksikliğini seyirci de fark eder. Çünkü hayattan kopuk bir sektörün ürettiği filmler, bir “eskilik” hissi verir, “daha evvelden görmüştük” duygusu yaşatır

tamerbaran@gmail.com

Birkaç yüz insan bir sokakta panik halinde koşmaktadır. Bazıları öfke virüsünün etkisi altındadır, diğerlerini ısırmaya, parçalamaya çalışırlar. Yakalananlar, sağ kalmayı başarırsa virüsü kapmaktadır, ki bu, birkaç dakika içinde insanlıktan çıkıp öfkeden başka duygusu olmayan yaşayan ölülere dönüşmeleri anlamına gelir. Henüz sağlam olanların, hastalardan kaçmaya çalışırken, çatılarda mevzilenmiş keskin nişancıların kurşunlarından da korunmaları gerekmektedir.

Bu sahne, “28 Weeks Later / 28 Hafta Sonra”nın en etkileyici sekansından alınma, ve refleksin önemine ilişkin belki de tüm sinema tarihinin en ilginç bölümlerinden biri...

Aynen “Mad Max” serisinin ikinci filmi “The Road Warrior / İntikam Savaşçısı”nın doruk sekansı gibi… Max çöl ortasındaki kale-rafineriden petrol tankeriyle çıkmış, aracı ele geçirmeye çalışan punkçı serserilerin motosikletleri, arabalarıyla çevrelenmiş halde tam gaz ilerlemektedir. Biri soldan kanca atarken, bir diğeri sağdan ok yağdırmakta, bir başkası arkadan araca tırmanmaktadır. Sağ kalabilmesi ve yanındaki çocuğu koruyabilmesi için Max’in reflekslerinin mükemmel işlemesi gerekir.

Refleksler, sadece insanlar değil, toplumlar ve sektörler için de önemlidir. Hatta bazen yaşamsal önem arz ederler.

Geçen ay kıyamet sonrası olgusu ve bununla ilgili filmlerle sinemamızın bugünü arasında paralellikler kurmuş ve tartışılmasında yarar bulunan bir soru sormuştuk: “Filmlerimizde eksik olan nedir ki, giderek daha çok sayıda insan ‘Bir daha asla Türk filmlerine para vermeyeceğini’ söylüyor?

O yazıda filmleri tartışmamış, genel olarak sektörümüzün yapısıyla ilgilenmiştik. Amacımız 1970’lerde televizyonun yaygınlaşmasıyla başlayan kıyametin, sinemamızı bugün hangi biçimlerde etkilemeye devam ettiğini irdelemekti.

Aynı bakış açısıyla konuyu incelemeyi sürdürelim.

Sektör refleksi
Son yıllarda yapılan filmlerimizin hayal kırıklığı yaratmasının nedenlerinden biri de sinema sektörümüzün reflekslerinin çok zayıf olması… TV yaygınlaştığından beri, yani neredeyse 35 yıldır devam eden kriz, sinemamızın reflekslerini hayli köreltti. Sektörün kıyametin etkilerini bir türlü aşamaması, istikrara kavuşamaması, endüstri haline gelememesi, reflekslerinin gelişmesini de engelliyor.

Öte yandan şu cümle de doğru: Reflekslerinin gelişememesi sinemamızın sorunlarını katmerleştiriyor çünkü seyirciyle ilişkisini olumsuz etkiliyor.

Salgının tek çözümü seyircidedir… Tabii ki filmler Kültür Bakanlığı veya fonlardan maddi destek alabilir, ama istikrara kavuşmamızı sağlayacak tek şey izleyici ile sağlam ve düzenli bir ilişki kurmaktır. Sektör refleksi ise, bu iletişim ağını belirleyen en önemli öğelerden biridir. Holivud’u tüm dünya perde ve ekranlarında egemen kılan faktörlerden biri de budur: ABD’de ve genel olarak dünyada yaşanmış ve halen yaşanmakta olan önemli gelişmeler, moda akımlar, olası tehlikeler, yerel veya küresel sorunlar filmlerde işlenir.

Örneğin internet yaygınlaşmaya başladıysa, bunu, Holivud filmlerinde de görürsünüz, seyirciyle kurulan dinamik iletişimin gereklerinden biri de budur: Hep yaptıklarına benzer bir romantik komedide, iki sevgilinin bu kez eposta aracılığıyla haberleştiğini göstermezlerse toplumun nabzını kaçırırlar, bu da filmlerin gücünü ve sonunda seyirciyi azaltır.

Seyircinin azalması sektörü zayıflatır, sektör zayıfladıkça refleksleri daha da körelir, sonuçta bir kısırdöngü oluşur.

O yüzdendir ki Holivud gelişmelere duyarlı kalır: İnternet yaygınlaşmaya başladığında hikayesi nete dayalı filmler de başlar: 1995’te Irvin Winkler’in çektiği “The Net” (1998’de filmden hareketle, aynı isimle TV dizisi de yapıldı), “.com for Murder” gibi gerilimler, “Ghost in the Machine” gibi korku filmleri, “Hackers” gibi maceralar, “E-Dreams” gibi belgeseller, “You’ve Got Mail / Mesajınız Var” gibi romantik komediler… Ve tabii ki ileri teknoloji aracılığıyla işlenen modern suç biçimlerine yer veren “Swordfish / Kod Adı Kılıçbalığı”, “Firewall” veya “Live Free or Die Hard / Zor Ölüm 4.0” gibi yapımlar…

Şimdi lütfen son 5 yılda çekilen 149 yerli filmi düşünün, kaçında internet gördünüz?

Üstelik bu soruyu, internetin sinema filmlerine girmesinin üzerinden 15 yıl geçtikten sonra soruyoruz.

Toplumun gerisinde
Örneğin 11 Eylül çapında bir olay yaşandığında, Holivud’un konuyla ilgili onlarca film üreteceğini biliriz. O sektörün refleksleri çok hızlıdır, hemen konuyla ilgili filmler yapmaya başlar, ve toplumun konuya ilgisi canlı kaldığı sürece devam ederler, 60 yıl sonra da 2. Dünya Savaşı ile ilgili filmler yaptıkları gibi…

2001’de 11 Eylül’le ilgili tam 13 film yapıldı, her yıl buna yenileri eklendi, “United 93 / Uçuş 93” veya “World Trade Center / Dünya Ticaret Merkezi” gibi olayı içinden anlatan, docudrama tarzı yapımlar, “Crash / Çarpışma” ve “Land Of Plenty / Bolluk Ülkesi” gibi hadisenin toplumsal psikolojiyi nasıl değiştirdiğini işleyen eserler ve tabii ki “Loose Change / 11 Eylül Büyük Şüphe” tarzı belgeseller kotarıldı, sonuçta konuyla uzaktan-yakından ilgisi olan 200 civarında film üretildi. Aynı gelişme Irak işgali konusunda da yaşandı.

11 Eylül gibi gelişmeler toplumda yaşandığı için, konuyla ilgili öğeleri perdede seyretmesi izleyiciye aşinalık duygusu verir, filmle iletişimini kolaylaştır, çoğunlukla eserin, herhangi bir filme kıyasla, daha gösterime girmeden popülerliğini artırır.

Bunu sağlayansa sektör refleksidir.

Ordumuz neredeyse 25 yıldır PKK ile savaşıyor; peki bununla ilgili kaç filmimiz var?.. Ülkemiz ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin göbeğinde yer alıyor; bununla ilgili bir film yapılmasını geçtik, herhangi bir filmimizde bir yan hikayeye veya bir sahneye rastladık mı?.. Oysa sadece ilk tezkerenin Meclis süreci bile örneğin “Thirteen Days / Yakın Tehlike” gibi bir filme konu olabilirdi…

Sabancı suikastini, 17 Ağustos depremini, Hrant Dink gibi aydınların öldürülmesini veya HSBC binasının bombalanmasını hiçbir yerli filmde gördünüz mü?..

Kasım 2004’te İstanbul’da yaşanan terör eylemleri, büyük ABD kentlerinden birinde yaşansa onlarca filme konu olurdu çünkü bir terör eyleminin filminin yapılıp yapılmaması küçümsenemeyecek kadar önemlidir… Sektörün refleksleriyle ilgilidir bu: İnternet aşklarıyla veya aktüel spor olaylarıyla ilgili filmler yapamayan bir sektör, toplumun nabzını yakalayamaz, hayatın gerisinde kalır. Bir başka deyişle, aşk filmleri yine çekilir ama sanki hepsi 1975’te geçiyor gibidir. Komedi filmlerinde duyduğunuz espriler, sokağın bugünkü dilini yansıtmaz.

Çünkü sektör hayattan ve toplumdan kopmuş, içine kapanmıştır… Bunun doğal bir sonucu olarak, kendini diğer sektörlerden izole eder. Örneğin bir yönetmen söyleşi verir, filmindeki araba patlaması sahnesinin sinemamızda ilk kez yapıldığını gururla söyler. Benzer patlama sahnelerini 25-30 yıldır izlediğimize ve bunları her akşam B sınıfı Holivud yapımı TV dizilerinde bile gördüğümüze göre, o yönetmenin bununla gurur duymasında bir sorun var demektir.

O sorun, hayattan kopmuş olmasıdır… Bu yüzdendir ki, filmi gösterime giren yönetmenlerin söyleşilerinde “sinemamızda ilk kez helikopter kamerası kullanılması” gibi ifadelere rastlıyoruz, toplumsal öğeler yerine teknikten söz ediyorlar.

Ne tuhaftır ki bu tür şeyleri seyircinin çok önemsediğini sanıyorlar…

Türkiye karmaşık toplum yapısı ve Doğu ile Batı arasında sıkışmışlığı dolayısıyla adeta bir hikaye cenneti… Sadece gazeteleri takip ederek onlarca film öyküsü yazılabilir.

Fakat bu, sağlam refleksler gerektirir.

1990’da İsveçli yönetmen Xavier Köller bir gazete haberinden hareketle “Reise Der Hoffnung / Umuda Yolculuk” isimli bir film çekti. Bir Türk ailesinin yasadışı yollarla İsviçre’ye göç etmesini anlatan eser Oskar kazandı ve bu gelişme, ülkemizde adeta hezeyana neden oldu. Oysa haber bizim insanımızla ilgili olmasına rağmen filmi Türk sineması yapamamış, maalesef onlarca benzeri gibi bu haberi de atlamıştı.

Gündemi elinde tutamayan bir sektörün kendine güveni de zayıflar çünkü toplumda etki yaratamadığının bilincindedir. İşin kötüsü bu özgüven eksikliğini seyirci de fark eder. Çünkü hayattan kopuk bir sektörün ürettiği filmler, bir “eskilik” hissi verir, “daha evvelden görmüştük” duygusu yaşatır. İnanması çok güç ama en yeni filmlerimizin çoğunun hikayesi, senaryo tarzı, rejisi 1960-70’lerin anlayışına uygun, sinemamızın reflekslerinin çok sağlam olduğu o dönem, bugünün sinemasını hala etkiliyor…

Kriz öncesi
Aydınlarımızın eleştirmeyi pek sevdikleri Yeşilçam döneminde (özellikle kıyamet öncesinde) Türk sinemasının refleksleri çok daha güçlüydü: Örneğin o yılların en önemli toplumsal olayı olan büyük kentlere göç, 1960’larda, sıcağı sıcağına sayısız filme konu oldu, sinemamız 70’lerde de konuyu yakından izlemeyi sürdürdü. Büyük kentlerde değişen yaşantıyı, örneğin gecekondulaşmayı sanatsal açıdan güçlü dramlarda da işlediler, Kemal Sunal yapımlarında da.

O yıllarda bir ses sanatçısı ünlendiğinde hemen film yapmaya başlardı, ünlü sporcuları perdede görmek olağandı. Bunlar yaşayan bir sektör için çok önemli unsurlardır.

Bir sektör, ünlenen bir şarkıcıyla rahatça film yapabiliyorsa, toplumun ruhunu yakalayan eserler çıkarması da kolaylaşır. O dönem sektörün hayatla bağlantısı sağlam olmasa, Metin Erksan “Suçlular Aramızda” ve “Gecelerin Ötesi”ni yapamazdı örneğin. Bir gazete haberinden hareketle “Kuyu”yu çekemezdi.

1980’lerde bile sinemamızın hayatla bağı bugünkünden daha sağlamdı. “Ses” ve “Sen Türkülerini Söyle” gibi 12 Eylül temalı filmlerin yanı sıra örneğin kadın sorunlarıyla ilgili eserler üretiliyordu. Feminizm ülkemizde ilk kez moda olmuştu ve bunun yansıması perdede de görüldü, Atıf Yılmaz’ın “Kadının Adı Yok”, “Adı Vasfiye”, “Aahh Belinda”, Şerif Gören’in “On Kadın” filmleri gibi…

Ne ilginçtir ki, son yıllarda toplumun nabzını TV dizileri yakalıyor. Mafyadan politikadaki kirlenmeye kadar her türden aktüel konuya küçük ekranda rastlıyoruz, “Çocuklar Duymasın” da toplumsal gündemle yakından ilgili, “Deliyürek” de… Yeniyetmeler arasında “Harry Potter” tarzı filmler çok moda olduğunda, TV sektörü buna her yıl “Selena” veya “Bez Bebek” gibi en az 4 TV dizisi yaparak karşılık veriyor, öte yandan bu alanda bir tane bile sinema filmi yapılmıyor. Toplumda Atatürk sevgisi ve bağımsızlık ülküsü yükselişe geçtiğinde, Kurtuluş Savaşı ile ilgili diziler ve “Gazi” gibi yapımlar çoğalıyor, fakat maalesef bunların perdedeki karşılıkları çok çok az. Aynı şey “Aşk-ı Memnu”dan “Yaprak Dökümü”ne edebiyat uyarlamaları için de geçerli.

Şu dönem Türk edebiyatı bir patlama yaşıyor, 2007’de tam 630 roman yayımlandı, üstelik bunların 267’si ilk romandı. Ayrıca bir yazarımız iki yıl önce Nobel kazandı. Peki son 5 yılda kaç roman veya öykü uyarlaması izledik?..

Ülkesinin edebiyatındaki patlamayı es geçen bir sinema sektörünün canlılığını sürdürdüğünü iddia edemeyiz.

Son Adam
Kıyamet sonrası filmlerinin de sektör refleksiyle ilişkisi var. Bu tür filmlerde insanlığın ve/veya uygarlığın sonunun, uzaylı istilası, dinsel metinlerde kastedilen anlamıyla Kıyamet, salgın hastalık, dünyaya göktaşı çarpması gibi doğal felaketler ve nükleer savaşa bağlandığını görüyoruz. Bu saydıklarım çok uzun yıllardan beri dünyanın (ve dolayısıyla sinemanın) gündeminde olan meseleler. Örneğin uygarlığın sonu temalı bir Danimarka filmi olan “Maailmanloppu”, 1916 tarihli (evet, bin dokuz yüz on altı!)... İlk uzaylı istilası filmi 1938’de yapılmış. Veya örneğin “I Am Legend / Ben Efsaneyim”e kaynaklık eden aynı isimli Richard Matheson romanının ilk uyarlaması olan “The Last Man on Earth” 1964 tarihli...

Fakat şimdi, Kıyamet’in 2012’de kopacağı inancının yaygınlaşması dolayısıyla, bu tarihe yaklaşıldıkça bu filmlerin sayısında ciddi bir artış gözlemleniyor. Nostradamus’un kehanetleri yüzünden 1999’da da benzer bir patlama yaşanmıştı ama şimdi dünyanın sonu, hiç olmadığı kadar popüler bir konu haline geldi, sadece Holivud’dan değil, Japonya, Çekoslavakya, Almanya gibi farklı ülkelerden de filmler çıkmış, çıkıyor. “Frankenstein”ın yazarı Mary Shelley’in 19. yüzyılın başlarında yayımladığı “The Last Man” isimli romanın, bunca yıl filmi yapılmamışken bu sene sinemaya aktarılmasının nedeni de bu... Konu o kadar gündemde ki, Burak Eldem’in “2012: Malduk’la Randevu” kitabı ülkemizde çok satanlar arasına giriyor. Sözün kısası bu konuyu sağır sultan bile duymuş…

…bir Türk sineması haberdar değil…

Sinemamızın kıyamet sonrası temalı bir bilim-kurgu filmi üretmesi kolay değil kuşkusuz, bunu ondan beklemek haksızlık sayılır, ama herhangi bir Türk film karakterinin dünyanın sonunun yaklaştığına inandığını (veya bu tezi saçma bulduğunu) söylediğini bile duymuyorsak orada bir sorun var demektir:

Tüm gişe başarılarına rağmen, sinema sektörümüzün refleksleri hala çok zayıftır…

Bu da sadece izleyicisiyle değil, hayatla da sağlıklı bir ilişkisi olmadığı anlamına gelir…

Sinema, Aralık 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder