Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

4 Şubat 2010 Perşembe

Kara göründü!..

Tüm bu tartışmalar olup biterken halimize dışardan bakmaya çalışıyorum bir yandan da. Genç bir sinema yazarı bir yönetmenle konuşmuş, o adam da “dönek” olduğu için eski solcu başka yönetmenler çok kızmışlar, telefon açıp yazarı tehdit falan etmişler, o da oturup bir yazıda bunları yazmış, o yönetmenle söyleşiyi neden yaptığını açıklamış, onunla birlik olup olmadığını netleştirmiş, insanların çok umurundaymış gibi söyleşi tekniğinin kaynağını anlatmış…

Bir yandan sinemamız batıyor diye çığlıklar atıyoruz, bir yandan da bunlarla uğraşıyoruz.

Ne trajik…



Antrakt’ın dördüncü yılına girdiği bu ay tarihinin en olaylı dönemi oldu. Geçen sayı yayımladığımız Sinan Çetin söyleşisi epey tepkiye yol açtı ve bunların bir kısmı bize bizzat iletildi.

Örneğin Ali Özgentürk telefon açıp şikayetlerini belirtti. “Bu o kadar değersiz bir şey ki yazıyla cevap vermeye gerek görmedim” tümcesiyle başlayan konuşma, Sayın Özgentürk beni konuşturmadığı için monolog biçiminde sürdü. Anımsayabildiğim kimi tümceler şunlar:

“Türkiye’nin tek sinema dergisi Antrakt ilk zamanlar Amerikan filmlerinin yardakçılığını yapıyordu, şimdi de küfürname oldu.”

“Sizin gibi genç arkadaşların bilginin değil, küfrün peşinde koşması üzücü. Sizler zavallı insanlarsınız.”

“Ancak bir bar muhabbeti olabilecek bir konuşmayı sinema söyleşisi diye yayınlamak sinema yazarlığı değildir.”

“Kim bu adam? Herkese küfreden bir serseri. Onunla söyleşi yapıyorsanız, ben de falan yönetmenin anasına küfredeyim, onu da yazın.”

“Bu söyleşiyi yayınlamakla karşı olduğunuz burjuvazinin söylemini dergiye sokmuş oldunuz.”

Ali Özgentürk’ün bizim burjuvaziye yaklaşımımız konusunda ne düşündüğünün konumuzla ilgisi yoktu ama, bir söyleşinin üslubunun tüm bir dergiye mal edilmesi haksızlıktı. Sözünü kesip itiraz ettim: “Ama Ali Bey biliyorsunuz bu bizim değil, Sinan Çetin’in söylemi.”

Yanıtladı: “Bu söylemi yayınladığınız anda bu sizin söyleminiz olur.”

Bunu duyunca Ali Özgentürk hesabına çok üzüldüm. Çünkü bu mantıkla herhangi bir şeyi beğenerek izlemesi, okuması mümkün olmayabilirdi. Beğendiği bir filmde bir Müslüman namaz kılıyor olabilir ya da Alparslan Türkeş’in demecini yayımladıkları için Cumhuriyet gazetesini okumayı bırakması gerekebilirdi.

Ali Özgentürk’ün tüm tümcelerinde böyle bir “kısıtlamacılık” var. Falanca yönetmenle söyleşi yapabiliriz, ama filancayla yapamayız gibi… Bu kısıtlamacı tavrı hiç onaylamıyorum. Antrakt’ta faşist bir yönetmenle söyleşi de yayımlanabilir, yeter ki bilgi içersin (Zaten bizim için öncelikli olan, yönetmenlerin solcu olup olmadığı değil, sinemayla ilgili düşünceleridir). Çünkü bizler, Özgentürk’ün iddiasının aksine bilgi peşinde koşan insanlarız. Bilgiden insanlara zarar gelmeyeceğini, hangi kapsamda olursa olsun fikirlerin değerli olduğunu düşünüyoruz. Despotizmi reddediyoruz. Bu tavrın hele de bir sanatçıdan geliyor olması, çok çok üzücü. Bir sinema yazarı, bir yönetmenle söyleşi yaptı diye nasıl suçlu olabilir? Bir yönetmen, görüşlerini onaylamadığı için bir başka yönetmenle söyleşi yapılmasına ne hakla karşı çıkabilir? Nazım Hikmet’in yaşamını filme çekememenin sıkıntısını yaşayan bir yönetmeni anlatan “Su Da Yanar” filminin yaratıcısı nasıl böyle bir kısıtlamacılığı savunabilir? Ve nasıl şu tümceyi söyleyebilir: “Böyle şeyler yapmayın. Siz böyle kötü şeyler yapmaya devam ederseniz başkaları da size kötü şeyler yapar.”

Birkaç gün sonra da Halil Ergün’den aynı tip bir telefon geldi. Onun söylediklerini uzun uzun yazmama gerek yok çünkü içerik ve biçim açısından Ali Özgentürk’ün konuşmasıyla neredeyse aynıydı. Yalnız Halil Ergün daha yüksek sesle, hatta çoğunlukla bağırarak konuştu ve Özgentürk bir kez bile küfür etmezken Ergün gerek bana ve gerekse Sinan Çetin’e epeyce küfretti. Ve yine tehdit edildim.

Yalnız Özgentürk ve Ergün’den değil, başka kimi sinemacılarımızdan da tepkiler geldi. Bunların önemli bir bölümü kendi aralarında konuşup tepkilerini bize iletmedikleri için isimlerini yazmıyorum. Ama ortak eleştirinin “Nasıl olur da böyle bir adamla, böyle bir söyleşi yapılabilir?” noktasında düğümlendiğini söyleyeyim. “Bu söyleşide, Sinan Çetin’in ve söylediklerinin değil, asıl bunları yayımlayanın düşüncelerinin önemli olduğunu” konuşuyor insanlar. “Biz Sinan’ın ne kadar alçak olduğunu biliyorduk da sana ne oluyor?” diyorlar. Örneğin -Sinan Çetin’in özbeöz ağabeyi- Sabahattin Çetin “Bu adama böyle çanak tutarak onu bir fenomen haline getiriyorsun” diyor. Bu eleştirileri getirenlerin neredeyse tümü de sinemacı, yazar vb aydın insanlar.

Sinema yazarları sinemacılara böyle bir özgürlük tanıyor oysa. Ali Özgentürk “Çıplak” filminin gazete ilanlarına “Ciddi olmayan, kötü bir film yaptım” diye yazdığında buna hiçbir sinema yazarı itiraz etmedi, kimse filmin yasaklanmasını talep etmedi, kimse Alkazar’a telefon açıp “Kardeşim, böyle kötü filmler oynamaya devam ederseniz, başkaları da size kötü şeyler yapar” demedi. Aksine, başka kimi sinema yazarları filmi ağır eleştirirken ben 32. sayıda “yönetmenin bu arayışından yana olduğumu” ve “klasik sinemanın ve kendi sinema anlayışının dışına çıkma çabasını desteklediğimi” yazdım.

Yani biz bir yönetmenin, kendi istediği gibi, kimseyi, hiçbir kuralı, hiçbir estetik prensibi dikkate almadan, hatta resmen kötü film yapma hakkı da olduğunu kabul ettik ve bunu yazdık. Aynı şekilde, bir yönetmenin sinemamızı, diğer yönetmenleri eleştirmeye de hakkı vardır. Aynı biçimde bir sinema yazarının dilediği yönetmenle söyleşi yapmaya da hakkı vardır.

O söyleşinin bir küfürname olduğunu düşünen Ali Özgentürk’e, o sayfalarda sinemaya devlet yardımı, son ekonomik kriz vb sinemamız için çok önemli konu ve sorunlar üzerine fikirler olduğunu anımsatmak isterim. Türkiye’de neredeyse tüm yönetmenler devlete avuç açmışken tek bir yönetmen “Ben devlet yardımına karşıyım” diyorsa, bu lafın bir değerinin olması gerekir.

Bir de şu var: Yönetmenlerimiz onun dediği gibi kültürsüz, cahil, dünyadan kopuk, çağdaşlık düşmanı ise, filmlerimiz amatör ise, bu görüşler serbestçe yayımlansa da yayımlanmasa da fark etmeyecek, bu gerçek değişmeyecektir. Filmlerimiz kötü olduktan sonra istediğiniz kadar devekuşu misali başınızı kuma gömün, bir şey değişmez, kötü kötüdür.

Kötüyü dile getiren insanları istediğiniz kadar susturun; kimse yazmazsa tarih yazar.

Tüm bu eleştirilerin en kötü tarafı da şu: Ali Özgentürk’ü tanımadığım için onu bir kenara ayırıyorum, ama bana benzer eleştiriyi getiren insanların bir bölümünü tanıyorum ve adım gibi eminim ki aynı tümceleri ben yazsam bu kadar sert tepki vermeyeceklerdi. Hatta Sinan Çetin’in görüşlerine çok paralel düşünceleri hem 32. sayıda, hem 36. sayıda yazdım, kimseden ses çıkmadı. 35. sayıda WB. Türkiye Genel Müdürü Haluk Kaplanoğlu ile benzer bir söyleşi yaptım, kimse beni “Emperyalizmin ajanı olmakla” suçlamadı. Yusuf Kurçenli ile yaptığım söyleşiye, kendi sözlerinden alıntı yaparak “Artık iyi film yapmak zorundayız” başlığını attım, kimse ne beni, ne Kurçenli’yi eleştirdi. Sinan Çetin gibi anti-komünist birinin, solu her fırsatta ağır eleştiren birinin bunları söylemesi ve benim de yayımlamam herkesi ayağa kaldırdı. Herkesi değil tabii ki, sinemamızın bir avuç “solcu” aydınını…

Ve bir kez daha “ne söylendiği” değil, “kimin söylediği” önemli oldu.

Ve bir kez daha eleştiriler fikirden yoksundu. Bir tek Ahmet Haluk Ünal yazı yazdı, Sinan Çetin’in söylediği şeyleri tartıştı ve yanıtladı. Yani fikre küfürle değil, fikirle karşılık veriyor. Eğer Özgentürk ve benzerleri Sinan Çetin’in küfür ettiğini düşünüyorlarsa küfre fikirle karşılık versinler, yazı yazsınlar, Antrakt o yazıları da yayımlar.

Şu soruların yanıtlarını arıyorum:

Bir sinema yazarı bir yönetmenle söyleşi yaptığı, yani bir bilgiyi kamuoyu önüne çıkardığı için suçlu olabilir mi?

Bana telefon açıp Sinan Çetin’in sözleri yüzünden veryansın edenler onun telefon numarasını bilmiyorlar mı?

Küfre küfürle karşılık verenler Ahmet Haluk Ünal’ın yaptığı gibi yazıyla karşılık vermeyi düşünüyorlar mı?

Fikre küfürle karşılık verenler fikir üretmeyi düşünüyorlar mı?

Gelen tek olumlu tepkinin, Ahmet Haluk Ünal’ın yazısının da olumsuz noktaları var ne yazık ki. Haluk söyleşide sorduğum sorularla yayın politikasının kişiliğini yok ettiğimi, sinemamızı Amerikancılığın kurtaracağını ilan ettiğimi, Sinan Çetin’in üslubuna hiç tepki vermediğimi ve Çetin’in saldırılarını dolaylı olarak paylaştığımı söylüyor. Özellikle yayın politikasının ihlali üzerinde epeyce duruyor ve beni bağlayıcı bir yazı yazmaya davet ediyor.

Tüm bu eleştirilerde tuhaf olan, beni çok iyi tanıyan ve tüm bu konuları saatlerce konuştuğumuz birinin bunları yazması… 32. Sayıdaki “Sinemamız Çözülürken” başlıklı yazımı yayımlanmadan okuyan, öneri ve eleştiriler getiren Haluk, şimdi “sinemamızı Amerikancılığın kurtaracağını ilan etmekle” suçluyor beni.

Söyleşiyi yapan adamın görüşleri soru sorduğu insanın fikirleriyle aynı da olabilir, farklı da. Yer yer örtüşüyor olması da mümkündür, çelişmesi de. Bütün bunların çok önemi yok çünkü bu bir yazı değil.

Unutmayın ki ben yalnızca bir gazeteci değil, sinema yazarıyım da. Kimi görüşleri Sinan Çetin’in sözlerini destekleyerek dile getirmeye gereksinmem yok; istersem oturur o konularda yazı yazarım.

Ama yazmadım, söyleşi yaptım. Çünkü benim görüşlerimin değil, böyle bir söyleşi için ideal isim olduğunu düşündüğüm Sinan Çetin’in görüşlerinin daha değerli olduğuna inandım. Zaten görüşlerim hemen yan sayfalardaki “Kriz sürerken ne yapılabilir?” başlıklı yazıda yer alıyordu (Bana eleştiriler getiren sinemacıların o yazıya hiç değinmemelerinin nedeni nedir acaba?).

Söyleşi boyunca Sinan Çetin’in üslubuna itiraz etmem gerektiğine karşı çıkıyorum. İnsanların düşüncelerini ve üsluplarını eleştirmemek gerektiği gibi bir inancım var. Adam isterse çok terbiyeli, müthiş nazik konuşur, isterse küfreder. Eğer bu bir söyleşiyse önemli olan yayın politikası açısından nasıl bir tavır alınacağıdır. Ben de Sinan Çetin söyleşisini düzenlerken onlarca küfrü çıkardım. Benzeri bir olaydan, dergimizin sahiplerinin dergide argo kullanılmasını istemediklerini bildiğim için yaptım bunu ve istemeye istemeye yaptım, “Kendi dergim olsa, olduğu gibi yayımlardım” diye diye yaptım. Çünkü bir insanın üslubu, Ünal’ın da belirttiği gibi çok önemli ve kimsenin buna itiraz etmeye, değiştirmeye, “Sen ne biçim konuşuyorsun bakalım?” demeye, hele hele susturmaya, yasaklamaya hakkı yok.

Onaylamak ve çanak tutmaya gelince… Eski bir gazeteci olan Haluk da çok iyi bilir, gazetecilikte söyleşi yapmanın birkaç ayrı tekniği vardır. Bunların en ünlüsü gazetecinin soru sorduğu insanı köşeye sıkıştırmaya çalıştığı, tartışmalı söyleşilerdir. Orianni Fallaci bu tekniğin iyi uygulayıcılarından biri olduğu için bu tarzdan genellikle “Fallaci tarzı” biçiminde bahsedilir.

Gazetecilik yaşamımın hiçbir noktasında bu söyleşi tarzını sevmedim ve uygulamadım. Çünkü bu teknikte gazeteci kendisini, muhatabının hasmı gibi görür; pratikte de öyledir zaten. Sorularını sorar, adamı köşeye sıkıştırır, karşısındaki sinirlenir, kavga çıkarabilir, sonuçta o adamın söyleyebileceği şeylerin %20’si bile alınmaz. Bu tekniğin tek bir yararı vardır: Gazeteci başka tür bir söyleşide o insana söyleyemeyeceği her şeyi karşısına geçip sayabilir.

Benim tarzım ise “ayna tekniği”dir; söyleşi yaptığım kişiye bir ayna tutarım, aynada yansıyan görüntüyü de okuyucuya aktarırım. Bunu yaparken de karşımdaki insanın görüşlerini olduğu gibi vermeye, üslubunu korumaya, kendi düşüncelerimi ise tümüyle geride bırakmaya çalışırım. Çünkü Fallaci ne derse desin, okurların o sayfalarda benim değil, konuştuğum kişinin görüşlerini okumak istediklerini düşünürüm.

Karşımdaki insana saldırmayı, mesela “Ulan Sinan Çetin’e ne sorular sormuş be!” dedirtmeyi onur değil onursuzluk saydığım ve kendi görüşlerimin önemli olmadığını düşündüğüm için çoğunlukla tam tersini savunuyormuş gibi bir noktaya düşerim. Örneğin devlet yardımını savunan biriyle söyleşiyorsam, yardıma karşı olduğum halde, bunu savunan insanların dile getirdiği tüm düşüncelerin (ve varsa yenilerinin) röportaj yaptığım kişi tarafından söylenmesini bekler, bu olmuyorsa da ona sorularla yardım ederim. İki satırı alt alta okuduğunuzda da, adamın devlet yardımını savunmasını onayladığım, hatta bir sinemacının beni eleştirirken söylediği gibi “Onunla yan yana oturduğum, birlikte konuştuğum” sonucunu çıkarmak mümkündür. Mesut Uçakan’la konuşunca dinci, Yıldırım Türker’le konuşunca eşcinsel sanabilirler beni. Bu da benim değil, böyle sananların sorunu.

Bugüne kadar yaptığım söyleşilerin tümü böyledir; Haluk şöyle bir hesap yapsa beni, yalnız Sinan Çetin’in değil, Memduh Ün, Kadri Yurdatap, Mesut Uçakan, Sabahattin Çetin, İrfan Tözüm, Zeki Demirkubuz, Yıldırım Türker, Haluk Kaplanoğlu, Yusuf Kurçenli ve Kutluğ Ataman’ın da yardakçısı olmakla suçlayabilir. Yapılmış ama -başka bir nedenle- yayımlanmamış Halil Ergün söyleşisini okusanız, ona çanak tuttuğumu sanabilirdiniz. Oysa tek yaptığım görüşlerini daha iyi açması için ona yardımcı olmaktı. Paralel hemen hiç düşüncemiz yoktu çünkü.

Sinan Çetin’in saldırılarını dolaylı olarak paylaşıyor muyum acaba? Dolaylı olmadan da paylaştığım epey eleştirisi var. Kaldı ki ben de Atıf Yılmaz, İrfan Tözüm, Seçkin Yasar, Orhan Aksoy gibi yönetmenlerimizin filmlerine ilişkin ağır eleştiriler yazdım. Sinemamızın durumunun parlak olduğunu söyleyen tek satırım yok ama filmlerimizin ne kadar kötü, yönetmenlerimizin ne kadar beceriksiz olduğunu söyleyen onlarca yazı var geçmişimde.

Dolayısıyla Haluk’un ve diğer eleştiri sahiplerinin bazılarının neden bir “suçüstü yapma” psikolojisine girdiklerini anlamış değilim. Tamer Baran’ın Sinan Çetin’le aynı görüşleri paylaşıp paylaşmadığı onlar için gerçekten bu kadar önemli mi? Önemliyse yazılarımı okusunlar ne düşündüğümü anlarlar. İlle de bağlayıcı yazılar yazıp “Sinanist” mi, “anti-Sinanist” mi olduğumu kendi ağzımla söylemem gerekmez bunun için.

Haluk tüm bunların üzerinde bu kadar durmasını yayın politikasına gösterdiği hassasiyetle açıklıyor. Bu gerçekten önemli bir konu, ben de üzerinde durmak istiyorum.

Önce Haluk’un ülkemizdeki eleştiri kurumunun eleştirisini yaptığı bölüme bir bakalım: “Ayaküstü bir kez izlenen filmlere üstünkörü ve neredeyse birbirinin tekrarı olan konu eleştirilerinin saldırgan ve saygısız bir üslupla sunulduğu eleştiri sayısı ciddi bir yoğunluğa ulaştı. Analitik eleştirilere, denemelere çok az rastlanıyor. Çok sesli yayıncılık yapamıyoruz. Yayın grubu maddi ya da manevi bir ortaklık noktası yakalayıp geride kalanları yok sayıyor. Tutarsızlık, çifte standart genel geçer bir özellik olmuş durumda.”

Haluk eleştirilerinde haklı olabilir. Ama tüm bunların Antrakt’la ilişkisi söz konusu olunca tevazuu da bir kenara bırakıp açık konuşmak gerekiyor.

Filmleri bir kez eleştirip yazmak eleştirmenlerimizin çoğunluğunun yaptığı bir şey olabilir. Antrakt’ta ise Hülya “C Blok” ve “Çözülmeler”i 2 kez, ben “Seks Hakkında…” ve “Dispara”yı, Uygar ise “Fearless-Korkusuz”u 3’er kere izledik yazı yazmadan önce. Tüm bu yazılar ve ayrıca Mehmet Açar’ın “Jamon Jamon”, Kaan Yazıcıoğlu’nun “Üç Renk: Mavi” yazıları Haluk’un tanımladığı gibi “analitik eleştiri, deneme”lerdi. Yeni yayın politikasının yürürlükte olduğu 5 sayıda 7 adet bu tür yazı yayımladığımız için de gurur duyuyorum.

Bu süre boyunca çok sesli yayıncılık yapmaya çalıştığımız gibi, “geride kalanları yok sayma” tavrını asla geliştirmedik. Sanırım Antrakt’tan başka hiçbir sinema dergisi de bu kadar açık, bu kadar demokratik ve çok sesli bir yayıncılık yapmamıştı. Haluk’un da altını çizerek belirttiği, “Böyle olacağını sanmıştım” dediği çokseslilik bu 5 ay boyunca yaşadı bu dergide. Sağcı ve/veya İslamcı yayınlardan başka kimse ne Mesut Uçakan’la, ne Yücel Çakmaklı’yla görüşür, filmlerine yer verirken biz onlara sayfalar ayırdık. Aynen Yusuf Kurçenli, İrfan Tözüm, Ali Özgentürk ve Zeki Demirkubuz’a, Sinan Çetin’e ayırdığımız gibi… TRT filmi “Hoşçakal Umut”un da setine gittik, “Bize Nasıl Kıydılar”ın da… Türk sinemasını öven yazılar da yayımladık, eleştiriler de… Karşıt görüşte olduğumuz insanlarla el sıkıştık, bizi eleştirenlere de asla küfretmedik.

Sinan Çetin söyleşisi de çok sesliliğin bir parçasıydı ama Haluk’un da dahil olduğu bir grup, nedense “Sinan hariç çok seslilik” tavrı geliştirdi. Bu tavır olmasa Antrakt, Haluk’un dediği gibi “aynı gemide olanların diyalog ve tartışma eksikliğini demokratik ve medeni bir biçimde yeniden kurabilecek”, en azından buna hizmet etmeye devam edecekti. Ama galiba siz Sinan Çetin’le aynı gemide olmaya katlanamıyor, hatta onu gemiden atmaya çalışıyorsunuz.

Ayrıca Haluk’un önerdiği Fallaci tarzının, yazısında açıkladığı yayın politikasına hiç uymadığını düşünüyorum. Sinemamızın sorunları üzerinde hassasiyetle duran, çok renkli, popüler bir yayın organında, her söyleşi yaptığımız kişiyi köşeye sıkıştırmaya çalışmak ne büyük bir hata olurdu… O yüzdendir ki Haluk’un beni “söyleşi yapmaya gittiğim kişinin solculuktan ayrılış sürecini araştırmamakla” eleştirmesi çok gereksiz ve anlamsız.

Haluk’un istediği “bağlayıcı” yazıyı yazmayacağım. Yayın danışmanlığından ayrıldığı için üzgünüm; ama ayrılmasın diye sipariş yazı yazmak gereksiz. Bence tanımladığımız ve Haluk’un da onayladığı yayın politikası, 36. sayıda olduğu gibi 37. sayıda da devam ediyor.

Tüm bu tartışmalar olup biterken halimize dışardan bakmaya çalışıyorum bir yandan da. Genç bir sinema yazarı bir yönetmenle konuşmuş, o adam da “dönek” olduğu için eski solcu başka yönetmenler çok kızmışlar, telefon açıp yazarı tehdit falan etmişler, o da oturup bir yazıda bunları yazmış, o yönetmenle söyleşiyi neden yaptığını açıklamış, onunla birlik olup olmadığını netleştirmiş, insanların çok umurundaymış gibi söyleşi tekniğinin kaynağını anlatmış…

Bir yandan sinemamız batıyor diye çığlıklar atıyoruz, bir yandan da bunlarla uğraşıyoruz.

Ne trajik…

Bu yazıyı, ülkemizde bu tür polemiklerde yanıt vermeyip, tartışmayı kesenlerin haksız konuma düştüklerini bildiğim için yazdım.

Yazmamayı isterdim.

Antrakt, sayı: 37, Ekim 1994

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder