Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

22 Şubat 2010 Pazartesi

"Gitme"

Andığım filmler kadar başarılı olmamasının temel nedeni de bu: Tarkovski, Kieslowski, Rubin, Zemeckis, Weir ve benzerleri, temelde inançlı insanlar, bazıları Tanrı’ya da inanıyorlar ama asıl önemlisi kendilerine duydukları inanç: sorularında samimiler ve yanıtlara açıklar, nereden, hangi kılıkta gelirse gelsin, ne olursa olsun…

İnsanların çoğu henüz bunun farkında olmasa da tüm dünyada ruhsal uyanış dönemi yaşanıyor. Bu yüzden, hayatın az bilinen yönlerini araştıran veya anlatmaya, göstermeye uğraşan filmlerin sayısı da hızla artıyor. Senaristinin ve/veya yönetmeninin de kavramaya çalıştığı meseleleri işleyen filmler haliyle biraz daha yüzeysel veya karmaşık kalırken, projenin önde gelen isimlerinin ruhsallıkla ilgili konulara ciddi biçimde hakim olduğu “Cast Away-Yeni Hayat” gibi eserler, sundukları spiritüel öğretinin seviyesiyle de seçkinleşiyorlar.

Kieslowski gibi yönetmenlerin filmleri veya örneğin “Bee Season-Umut Mevsimi”, “Fearless-Korkusuz” gibi eserler işin felsefi yönüyle daha çok ilgilenir, “hayatın anlamı” biçiminde özetleyebileceğimiz temalara eğilirken, popülist bir yaklaşımla kotarılan “The Sixth Sense -Altıncı His”, “Final Destination-Son Durak” gibileri, doğaüstü temaları korku-gerilim şablonlarıyla işliyorlar.

“Monster’s Ball-Kesişen Yollar” ve “Finding Neverland-Düşler Ülkesi”nin yönetmeni Marc Foster’ın son filmi “Stay-Gitme” bu iki kulvarın bir sentezi sayılabilir. “Hayat olduğunu sandığımız gibi mi?” sorusunu yanıtlamaya çalışırken, pek çok gerilim trüğünü kullanmayı da ihmal etmiyor.

Filmin senaristi David Benioff, fizikötesi konularda yazdığı romanlarla ünlenen Stephen King’in de “Uykusuzluk” gibi bazı eserlerinde yaptığı gibi, spiritüel meseleleri ve doğaüstünü konu alan inceleme-araştırma kitaplarından ve konuyla ilgili filmlerden o kadar çok yararlanmış ki, yaptığını, “esinlenme” kategorisinde değerlendirmek zor. Dramatik akış itibariyle Claude Sautet’nin “Les Choses de la vie”sinden (Amerikan versiyonu “Intersection-Kesişme” adını taşıyordu), yine öyküleme teknikleri ve bazı temaları bakımından “Jacob’s Ladder-Dehşetin Nefesi”nden “esinlenmiş” gibi duruyor. Aralarda “Altıncı His”, “The Others-Diğerleri” gibi bazı filmlerden ve tabii ki David Lynch’in son dönemde yaptığı “Lost Highway-Kayıp Otoban” ve “Mulholland Drive-Mulholland Çıkmazı”ndan aşina olduğumuz trükler de göze çarpıyor.

Sözün kısası ortada yeni bir şey yok: Benioff, “Ghost-Hayalet”in senaristi Bruce Joel Rubin’in “Dehşetin Nefesi”nde kullandığı malzemeyi biraz daha karıştırmış, ama salata aynı salata, üstelik Rubin’in eserleri kadar leziz de değil. Lezzeti azaltan da zaten yeni malzemeler: Sam’in yaşadığı belli anların az çok değişiklikle yinelenmesi gibi seyircinin büyük çoğunluğuna ilginç gelecek unsurlar filmin neredeyse her anına serpiştirilmiş.

Dev yap-boz
Başta Henry’nin soyadı Letham anagramı olmak üzere Shakespeare’in ünlü eseri “Hamlet”e çeşitli göndermeler yapan hikaye yerli yersiz soru işaretleriyle akıp giderken Marc Foster da ortalığı daha da karıştırmakla meşgul: Örneğin çoğu sahne gereksiz kesmelerle dolu, hele bazılarında sırf kesme yapmak için kamerayı bir de odanın en dibine yerleştirmiş gibi görünüyor, üstelik seyirciye tam da oyuncuların yüzü gerekliyken yapıyor bunu. Sonuçta, üzerinize boşaltılan çok sayıda plan yüzünden yoruluyorsunuz.

Foster’ın sosa kattığı malzemenin sayısı çok fazla, uyguladığı tekniklerin amaç ve nitelikleri şüpheli: Örneğin, Henry ile Sam’in konuştukları bir sahnede yaptığı gibi, kastederek aks atlıyor. İlle de geleneksel anlatım tekniklerini kullanması gerekmiyor kuşkusuz, fakat iki kişi karşılıklı konuşurken bilinçli aks atlatmanın bir anlamı (ve bu hikayeyle bir bağlantısı) yok.

Mekanlarda sürekli üçgen, spiral vb. biçimleri ve bunları oluşturacak açıları yeğleyen, örneğin kostüm kullanımındaki seçimlerini (Sam’in paçası kısa pantolonları! vs) gözümüze sokan Foster, bir sahneyi ötekine bağlarken mutlaka, bir kısmını ilk kez gördüğümüz ilginç geçiş teknikleri kullanıyor. Bunlar biriktikçe öyle bir toplama ulaşıyorlar ki, rahatsız olmaya başlıyorsunuz. Bu açıdan Foster bıkkınlık yaratacak denli yaramaz bir çocuğu andırıyor, oyuncakları dört bir köşeye dağıtmış, logo yaparken, aynı anda bir arabanın tekerleklerini parçalıyor, bir yandan da üzerinize su fışkırtıyor. Seçim size kalmış: Su tabancasını kullanmaktaki maharetini övebilir veya ıslandığınız için kızabilirsiniz.

Üçüncü seçenek ise içinizde kuvvetli bir “Azcık rahat dursa da filmi izlesek” duygusunun oluşması.

Tabii bu duygu da finale kadar sürüyor. Çünkü film tamamlanınca dağ fare doğurmuş oluyor, geriye dönüp Henry’nin dolu yağacağını bilmesinin, veya metroda sigara içmesinin ya da babasının (ki bu da kesin değil) gözlerini dokunarak iyileştirmesinin asıl hikayeyle ne ilişkisi olduğunu sorgulasanız, hikaye elinizde kalıyor, şato çöküveriyor, çünkü aslında iskambil kağıtlarından yapılmış…

Finali de gördükten sonra izlediğiniz her şeyi sorguladığınızda hikaye dimdik ayakta kalsa, seyirciye sunduğu yap-boz örneğin “Memento”daki gibi tutarlı olsa, Foster ve Benioff’un yapmaya çalıştıkları şeyi takdir etmek mümkün olabilecekti. Çünkü filmi de hayatın kendisi gibi, yanıtlanmamış sorularla dolu, pek çok öğesine akıl sır ermeyen, umulmadık gelişmelerle aklınızı karıştıran bir şey olarak kotarmaya çalıştıkları belli. Gerçekleştirilememiş olsa da, bu yapı filmin ana temalarından biri olan intiharla çok örtüştüğü gibi, adıyla da (“stay” aslında “kal” demek) uyumlu: Her şeye rağmen pes etmez, yaşamayı sürdürürsek tüm bu olup bitenlerin anlamını çözebilmemiz de mümkün olacak…

Ve çözümü…
Aslında bu filmde aranan anlamı bulan ve anlatmayı başaran sinemacılar da var: Örneğin “Stalker” isimli sinema tarihinin belki de en tuhaf, ve bir o kadar da mantıklı ve güzel filmini çeken Tarkovski usta var… Ondan bayrağı devralan Kieslowski de, “Podwójne życie Weroniki-Veronika’nın Çifte Yaşamı”, “Bez Konca-Sonsuz” ve “Dekalog” serisinin bazı filmlerinde benzer temalara eğilmiş ve hayat denen görkemli yap-bozun sırlarına vakıf olabilmek için sadece zihnimizi değil, tüm algılarımızı kullanmamız gerektiği üzerinde durmuştu… Bir başka deyişle, “Hayat olduğunu sandığımız gibi mi?” sorusu, odağında materyalizmin durduğu Batılı düşünce sistemiyle koşullanmış bireyler için gerçekten zor. Çünkü çözüm arayışının bir noktasında inceleme ve düşünmenin yetmediği, bilimsel olarak henüz kanıtlanmamış verileri de dikkate almak gerektiği ortaya çıkıyor, bu da inancın devreye girmesi demek…

“Gitme”nin andığım bazı filmler kadar başarılı olmamasının temel nedeni de bu: Tarkovski, Kieslowski, Rubin, Zemeckis, Weir ve benzerleri, temelde inançlı insanlar, bazıları Tanrı’ya da inanıyorlar ama asıl önemlisi kendilerine duydukları inanç: sorularında samimiler ve yanıtlara açıklar, nereden, hangi kılıkta gelirse gelsin, ne olursa olsun…

Film+, sayı: 17, Ağustos 2006

Stay / Gitme
Yönetmen:
Marc Foster; Senaryo: David Benioff; Yapımcılar: Eric Kopeloff, Tom Lassally, Arnon Milchan; Görüntü yönetmeni: Roberto Schaefer; Müzik: Asche & Spencer; Kurgu: Matt Chesse; Oyuncular: Ewan McGregor (Dr. Sam Foster), Naomi Watts (Lila Culpepper), Ryan Gosling (Henry Letham), Kate Burton (Bayan Letham), Elizabeth Reaser (Athena), Bob Hoskins (Dr. Leon Patterson); 2005 ABD yapımı, 99 dakika; Gösterim tarihi: 14 Temmuz 2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder