Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

26 Şubat 2010 Cuma

Bizi gerçek kurtarır

Şu nokta gözden kaçıyor: Türk sinemasının 90'ların sonunda yaşadığı seyirci patlamasının lokomotifi "Eşkıya"nın kültürel şizofreniyle bir ilgisi yok; Turgul'un diğer ürünleri gibi o da halis mulis bir Türk filmi. Bu yıl beklenmedik bir seyirci patlaması yapan "Babam ve Oğlum" da öyle

Samsun'lu tiyatro topluluğu Düşevi Oyuncuları, Mayıs ortasında İstanbul'da "Üçüncü Sayfadan Kadın Hikayeleri" isimli oyunlarını sergilediler. Adı üstünde oyun, 6 kadının hikayesini tamamı gazete haberlerinden hareketle yazılmış bölümler halinde anlatıyordu. Töre cinayetine kurban giden Doğu kadını da vardı aralarında, pavyona düşen bir kadın da...

Tiyatronun sahibi ve oyunun yönetmeni Cem Kaynar, gazetelerden seçtiği haberleri 6 ayrı yazara vermiş. Bu yazarların hepsi birlikte çalıştığı kimseler, bir arkadaş topluluğu. Herkes kendi bölümünü yazmış, sonra bir araya gelip metnin üzerinden birlikte geçmişler, herkes fikirlerini ortaya dökmüş, oyun elden geçirilmiş, provalarda da gereken düzeltmeler yapılmış.

Oyunu izlediğim salondaki seyircinin enerjisi genelde gayet beğendiklerini gösteriyordu. Zaten oyunun, gerçekle doğrudan bağ kurduğu için, izleyicisini etkileme şansı daha yüksekti çünkü izleyici, anlatılan o hikayelere aşinaydı.

Kaynar'ın uyguladığı yöntem Türk sinemasının, çok sayıda senaryo yazan bir kaç isminden biri olan Bülent Oran'ın çalışma tarzına benziyor. Oran gazetelerden ilginç bulduğu kupürleri keser, "uyuşturucu", "banka soygunu" vb. isimler verdiği dosyalara kaldırır, örneğin kan davasıyla ilgili bir senaryo yazacağı zaman o kupürlerden faydalanırmış.

Sinemamızın umut dönemi
Gerçekle bu kadar direkt bağ kuran eserlerin bugün başka bir önemi var. Türk sineması, çok uzun süredir ilk kez, yapısal sorunlarını çözebilecek bir imkanla karşı karşıya.

Televizyonun yaygınlaşmasıyla birlikte neredeyse tüm dünyada sinema krize girdi. Seyirci sayısı azaldı, salonlar kapanmaya başladı. Holivud gençlere yönelmeyi akıl etti, daha "genç işi" filmler yapmaya başladı, krizi atlattı. Çoğunun ciddi bir sinema geçmişi bulunan Avrupa ülkeleri, devlet yardımı, Holivud filmlerine kota koymak gibi çareler geliştirmeye çalıştılar, biraz da Holivud'a tepkileri yüzünden popüler türlerden uzaklaştılar, korku-gerilim, polisiye, macera vb. filmlerin sayısı çok azaldı.

Türkiye'de ise TV'nin yaygınlaştığı 1970'lerde seks-komedi filmleri, arabesk eserler ve sosyal gerçekçi sinema hız kazandı. 12 Eylül darbesi bu geçici çözümlerin neredeyse tamamını durdurdu, biraz rahat nefes almış olan sinema, bir kez daha sarsıldı. 80 ortalarında videonun yaygınlaşması biraz çare oldu, fakat Türk halkı onu da çok çabuk tüketti. 90'ların başında bu kez özel televizyon kanallarının açılması yapımcılara hem -eski filmlerin gösterim bedeli olarak- ek gelir sağladı, hem de TV film ve dizileri epeydir durgun olan üretimi canlandırdı. Özellikle TV dizileri inanılmaz izlenme oranlarına eriştiler, fakat gerek yapımcılar, gerekse kanal yöneticileri bu imkanı yeterince değerlendiremedi, çoğu çerden-çöpten, çok fazla sayıda ürünü ekranlara doldurarak seyirciyi sıktılar, sonunda TV dizileri alanı da krize girdi.

Fakat bu arada sinema filmi alanında bir seyirci patlaması yaşanmış, ABD filmleri -"Titanic" haricinde- 2 milyon seyirciyi rüyalarında göremezken, Türk sineması her yıl 3-5 adet 3 milyon seyirciyi geçen film çıkarmaya başlamıştı. 3 milyon seyircinin gittiği bir filmin, yapımcısına -üstelik birkaç ay içinde- 6 milyon dolara yakın bir para getiriyor oluşu, TV yapımcısı, DVD üreticisi ve hatta başka sektörlerde çalışan işadamları gibi "dışardan" insanların sinema filmi yapma sevdasına kapılmasına yol açtı. İşler böyle giderse birkaç yıl içinde yine eskisi gibi yılda 100'ün üzerinde sinema filmi yapılmaya başlanacak.

Bu, sinemamızın uzun süredir beklediği bir dönem.

Tam bu noktada kültürel şizofreninin de etkisiyle "Büyü", "Gen", "Dabbe" gibi korku-gerilim türü filmler, samimiyetsiz komediler, seri katilleri konu alan yapımlar vs. çıktı. Bu gelişme şaşırtıcıydı çünkü korku-gerilim Türk sinemasının hiçbir zaman gözde türlerinden biri olmamıştı, bu tarzda film yapmak için gereken teknik ve felsefi birikim, sinemamızda yoktu, sonuçta bu filmler kimseyi memnun etmedi.

Seri katiller konusunda durum biraz daha farklı; bu türden filmlerin de örneği tarihimizde yok, ama daha önemlisi seri katil Türk toplumunda yaşayan bir unsur değil, ABD'ye ait bir olgu, o yüzdendir ki sadece Holivud seri katillerle ilgili filmler yapıyor.

Bunlarla beraber düşününce, ülkemizde seri katil filmlerinin yapılmasının kültürel şizofreniden başka açıklamasını bulmak imkansızlaşıyor.

Gerçeğin gücü
Tüm bunlar olurken şu nokta gözden kaçıyor: Türk sinemasının 90'ların sonunda yaşadığı seyirci patlamasının lokomotifi "Eşkıya"nın kültürel şizofreniyle bir ilgisi yok; Turgul'un diğer ürünleri gibi o da halis mulis bir Türk filmi. Bu yıl beklenmedik bir seyirci patlaması yapan "Babam ve Oğlum" da öyle.

Her ikisinin bir ortak özelliği daha var: Kurmaca bir hikaye olan "Eşkıya" Yavuz Turgul'un toplumsal gelişme ve değişikliklere ilişkin gözlem ve düşüncelerinin bir ürünü. "Babam ve Oğlum" zaten gerçek olay ve kişilere yaslanıyor.

Seyircinin gerçekle ilişkisi sağlam olan bu filmlere verdiği olumlu tepki biz senaristler için yol gösterici olmalı: Çünkü bu ikisi dışında sadece çok sayıda yıldız oyuncuyu bir araya getiren veya Cem Yılmaz'ın yer aldığı komediler yüksek gişe yapabiliyor.

Yılda en fazla birkaç çok yıldızlı komedi yapılabilir, çünkü seyirci potansiyeli yüksek oyuncularımızın sayısı sınırlı, oysa Türk sineması, eğer isterse, her yıl onlarca gerçek, samimi "Türk filmi" gerçekleştirebilir.

Bunu yaparsak, sinemamızın yurtdışına açılması da kolaylaşacak.

Bunu yaparsak, Türk sineması 35 yıldır ilk kez yapısal sorunlarını çözmüş olacak, sağlıklı bir endüstri olarak yoluna devam edebilecek.

Ve fakat "Fasulye", "Banyo", "Mumya Firarda" gibi Türkiye gerçeğiyle bağı çok az olan filmler yapmaya devam ederse bu fırsatı da kaçıracak.

Sinema aynı zamanda eğlencelik bir metadır; fakat eğlencelik filmleri de ayakları yere basar bir biçimde yapabilirsiniz.

Holivud'un düştüğü tuzağa düşer, gerçekle bağımızı yitirirsek, sinemamız bir kez daha zorlu bir krize girecektir.

ABD filmlerinin tüm dünyada yaşadığı kan kaybının nedenlerinden biri yükselen Amerikan düşmanlığı hiç kuşkusuz, fakat belki de ondan çok daha önemli bir faktör var: Holivud'un gerçekle ilişkisinin çok zayıflaması...

70'lerde gençlere yönelik filmler yapmaya başlayan Holivud 80'lerde kaçış sinemasına ağırlık vermiş ve bundan memnun da kalmıştı. 90'larda bu yolda daha da hızlı ilerlediler, yüksek bütçe sayesinde eriştikleri teknik imkanları, onlardan başka kimsenin yapamadığı filmler kotarmakta kullandılar, bu da yarışta birinci kalmalarını sağladı. Fakat her şeyin artı ve eksi yönleri vardır: Yüksek teknolojiyle desteklenen kaçış sineması, Holivud'un zeka yaşı giderek düşen filmlere doğru savrulmasına yol açtı, sonuçta "görkemli masallar" anlatan bir endüstriye dönüştü.

Bu anlamda "Üçüncü Sayfadan Kadın Hikayeleri" çok anlamlı bir örnek; fantastik, ilginç, sıra dışı hikayeler aramakla zaman harcayan genç senaristlerin bu örnekten yararlanmalarında fayda var.

Çünkü bizi -hem bireysel, hem de sektörel olarak- ancak gerçek kurtarır...

Film+, sayı: 16, Temmuz 2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder