Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

8 Ocak 2010 Cuma

Kahraman süper, ama film basit: "Hancock"

Aynen senaryo gibi, -bu çok şaşırtıcı ama- filmin yönetmenliği de bu çapta bir projenin gerektirdiği seviyenin çok altında kalmış. Her iki alanda da, film boyunca devam eden bir banallik, bir vasatlık gözlemleniyor

Sinema seyircisinin beyazperdedeki kahramanlarla ilişkisinin değiştiğini Holivud da fark etti, yeni binyılda ciddi manevralar yapıyor: En önemli süper kahraman serilerinden “Batman” ve “James Bond”, üstelik tamamen revize edilerek tekrar başlatıldı. Benzer bir reform çocuk filmlerinde gerçekleşti, “Kırmızı Başlıklı Kız” türü klasik masallar ve Disney tarzı iki boyutlu animasyon filmler demode hale gelirken, bunların yerini daha modern öykülerin anlatıldığı 3 boyutlu animasyonlar aldı.

Bu değişiklikler çok gerekliydi çünkü -eski “Batman” filmlerinde sunulan türden- tümüyle gerçekdışı öykü ve kahramanlarla genç kuşaklar hiç ilgilenmiyorlar. Kendini görevine/insanlığa adamış, insani hiçbir zaaf taşımayan kahraman modeli veya klasik masalların o fazla naif yapısı artık gerçekten bayatladı.

“Hancock” tam da bu bağlamda önemli bir iş yapıyor: İnsanüstü bir güce, uçabilme yetisine vs sahip kahramanını, yalnızlıktan bunalmış, var oluş sorunları içinde debelenen, teselliyi içkide arayan ve kitlelerin sempatisini hiç umursamayan biri olarak resmediyor. Will Smith’in takdire şayan oyunculuğuyla Hancock’ın kederi ve alaycılığı tam dengeli biçimde perdeye yansıyor. Filmin ilk bölümünde, toplum-kahraman ilişkisine dair hoş tespitler de var.

Fakat ikinci yarıda senaryo, tamamen farklı bir kulvarda seyredip, Hancock ile türünün sağ kalan tek örneği arasındaki karmaşık ilişkiye odaklanıyor. İlk yarının temaları bu bölümde tümüyle bir kenara bırakılıyor, “aşk üçgeni” yapısına da selam durularak, bir başka filmde görsek çok sevebileceğimiz, ama bu akış içinde hoş kaçmayan romantik bir finalle film noktalanıyor.

Şöyle bir özet yapmak da mümkün: İlk yarıda bilinmeyen bir nedenle olağanüstü bir güce sahip olan, “sıradan” bir insanın öyküsünü izliyor (örneğin “Bruce Almighty-Aman Tanrım” filminin kısa bir süre için Tanrısal güç elde eden baş karakteri gibi), bu ilginç durumun yol açtığı meseleler üzerinde düşünme fırsatı buluyoruz. İkinci yarıda ise bu kişinin, insanüstü özelliklere sahip olarak yaratılmış bir ırkın üyesi olduğu ortaya çıkıyor (örneğin “Highlander”ın ana kahramanı gibi), bu eksen üzerinde ilerleyen senaryo, ilk yarıda kullandığı yapının avantaj ve yeniliklerinden de haliyle mahrum kalıyor. İlk bölümde karşımızda çok özel ve özgün bir film varken, ikinci bölümde bunu bulamıyoruz. Keza ilk kısımda, yüzeysel de olsa altı çizilen, kendi değerini bilmek, kendini olduğu haliyle kabul etmek gibi temalar da ortadan kayboluyor.

Anlaşılan bu aksamaya, filmi gerçekleştiren kişilerin gerektiği kadar cesur davranamamaları neden olmuş. Ana hatlarıyla özetlediğim iki yapıdan birini seçip derinlemesine işlemek yerine ikisini yan yana kullanarak seyircinin daha fazla ilgisini çekecek sahnelerle donatılmış bir eser oluşturmaya çalışmışlar. Bunun bedeli de eserin bütünlüğünün ciddi biçimde zedelenmesi olmuş. Bu çok ağır bir bedel çünkü yan yana sunulan iki yapının türleri de farklı: İlki macera yönü ağır basan bir aksiyon-komedi, ikincisi ise ne yapsanız macera kısmını belli bir orandan fazla işleyemeyeceğiniz bir dram… Yani yan yana olmaları zaten çok zor… Bir de gişe kaygısıyla gerekenden çok fazla sayıda hareketli sahne konulunca, filmin ekseni iyice kaymış (örneğin Hancock ile Mary’nin kavga sahneleri). Bu sahnelere ayrılan vakit yüzünden her iki yapıyı da derinlemesine işlemeye zaman yetmemiş, öykü ve ele alınan temalar fazlasıyla yüzeysel kalmış.

Sadece bunlar da değil, Ray inanılmaz klişe bir karakter, bela çocuk çok bayat bir yan hikaye vs (Senaristlerin, ortaya çıkardıkları esere güvenmemeleri, 4 ana karakterden birini çocuk yapmalarından da belli zaten. Özellikle filmin ikinci yarısı düşünüldüğünde, böyle bir hikayenin en son ihtiyaç duyacağı şey bir çocuk olurdu.).

Aynen senaryo gibi, -bu çok şaşırtıcı ama- filmin yönetmenliği de bu çapta bir projenin gerektirdiği seviyenin çok altında kalmış. Her iki alanda da, film boyunca devam eden bir banallik, bir vasatlık gözlemleniyor. Yanlış olan hiçbir şey yok aslında, ama senaryo da, reji de usta sanatçıların altın dokunuşundan yoksun. İnsan bu filmi örneğin Spielberg çekseydi ne olurdu, diye düşünmeden edemiyor (tabii ki ilk iş senaryoyu değiştirtirdi).

Sonuçta “Hancock” çok renkli bir portre sunan, bu özelliğiyle de süper kahraman filmleri literatürüne önemsenmesi gereken bir ek yapan, fakat bunun ötesine geçemeyen, usta işi olmaktan epeyce uzak bir çalışma…

Bir başka deyişle, altın bir fırsat kaçmış: Böyle bir hikayeden yapılacak daha düzgün bir film, örneğin toplumların kahraman ihtiyacı hakkında sinema tarihinde hiç sorulmamış soruları gündeme getirebilirdi.

Sinema, Ağustos 2008

Hancock
Yönetmen:
Peter Berg; Senaryo: Vincent Ngo, Vince Gilligan; Yapımcılar: Akiva Goldsman, James Lassiter, Michael Mann, Will Smith; Görüntü yönetmeni: Tobias A. Schliessler; Müzik: John Powell; Kurgu: Colby Parker Jr., Paul Rubell; Oyuncular: Will Smith (John Hancock), Charlize Theron (Mary Embrey), Jason Bateman (Ray Embrey); 2008 ABD yapımı, 92 dakika; Gösterim tarihi: 4 Temmuz 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder