Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

25 Aralık 2009 Cuma

Klişelerle yüklü bir bilimkurgu: “Yargıç”

Faşizm suyuyla kirlenmiş, “üstün insan” felsefesine yaslanan bir yapım. Dredd zanlılara suçlarını sayıp savunma istediğinde “Suçsuzum” yanıtına karşılık boşuna mı “Böyle diyeceğini biliyordum,” diyor sanıyorsunuz, üstelik gayet kendinden emin bir tonla, sesine ince bir alaycılığın gölgesini de düşürerek

Şiddetin Hollywood’dakinden farklı biçimde kullanıldığı modern öykülerle, insan ilişkilerine eğilen düşük bütçeli filmler yapan bir grup genç yönetmen çıktı son yıllarda. Bu sanatçıların filmlerinde -genellikle- dedektifler ve gangsterler gibi zaten her an şiddetle iç içe yaşayan insanlar değil, çok daha sıradan bir gündelik yaşamı olan karakterler işleniyor, insan ilişkilerindeki gerilime değer veriliyor, şiddetin -Spike Lee’nin “Do the Right Thing-Doğruyu Seç”te pek güzel örneklediği gibi- patladığı anların altı çiziliyor… Yönetmenlerin hemen tümünde Brian De Palma ve Martin Scorsese’nin etkisi görülse de filmlerinde henüz güçlü bir sinemasal birikim ve yeteneğin sonucu olan yüksek bir estetik düzey ve -Scorsese’nin filmlerindeki gibi- sağlam felsefi metinler görülemiyor, ama bu isimler özellikle Hollywood’un kapsam alanı dışında boy atmaları ve Hollywood tarzının temel ilkelerine boş vermeleri açısından önemli bulunuyor ve gelecek vaat ediyorlar: “A Dangerous Woman-Tehlikeli Bir Kadın” ve “Paris Trout-Bütün Hayatı Suçtu” ile Stephen Gyllenhaal, “Red Rock West” ve “Kill Me Again-Çifte Ölüm” ile John Dahl, “Kalifornia” ile Dominic Sena, “Final Combination-Cinayet Bilmecesi” ile Nigel Dick…

David Lynch ve Quentin Tarantino’nun bu gruptaki yönetmenlerle bir ilişkisi yok ama “Wild at Heart-Vahşi Duygular” ve “Reservoir Dogs-Rezervuar Köpekleri”nin yukarda sıraladığım filmlerle ortak özellikleri bulunan yapıtlar olduğunu belirtmeliyim.

Bu yönetmenlerden bir kısmı birkaç yıl sonra Hollywood’a kapağı atıyor ve büyük bütçeli filmler çekmeye başlıyorlar. Örneğin “Stormy Monday-Fırtınalı Pazartesi” ile bu kategorinin tipik bir örneğini veren Mike Figgis “Internal Affairs-Gizli İlişkiler” ve “Mr. Jones-Bay Jones” gibi filmlere imzasını attı; “Bad Lieutenant-Haşin Polis” ile dikkat çeken ve bu gruptaki yönetmenler arasında en önemli isim olarak değerlendirilen Abel Ferrara da “The Invasion of Body Snatchers-Parazit” ile starların ve özel efektlerin dünyasına girdi.

Ve şimdi de “Young Americans-Genç Amerikalılar”ın yönetmeni Danny Cannon 80 milyon dolar bütçeli bir yapımla, Sylvester Stallone’un başrolünü üstlendiği “Yargıç”la karşımıza geliyor.

Bilimkurgu: Tehlikeli ve riskli
Tabii ki yukarda tanımladığımız cinsten bir küçük film yapmakla dev bütçeli, A sınıfı bir Hollywood filmini yönetmek birbirinden çok farklı şeyler. Üstelik söz konusu olan bir bilimkurgu, yani özellikle deneyimsiz bir yönetmen için en belalı olabilecek tür... Üstelik çok ünlü bir çizgi romanın uyarlaması, yani riski orijinal bir senaryoya göre çok daha fazla…

O yüzden Cannon tam da beklendiği gibi fena çuvallıyor. Yer yer ustalığını göstermiş olsa da, filmi kendi hesabına -belli açılardan- başarıya dönüştürmüş olsa da çuvallıyor… Bunun da pek çok nedeni var.

Filmin temel sorunu sinema tarihindeki klişelerin, ezbere bilinen kalıpların bir çoğunu birden kullanması. Başyargıç Fargo, Dredd’in “DNA babası” çıkar; “kahraman”ımız bir komploya kurban gider ve yargıladıklarıyla birlikte hapsedilir; iki kardeş, iki büyük düşman olarak karşılaşırlar; bir yönetici kendi çıkarları için “darbe koşulları” yaratmaya sıvanır vs. Bu çok klasik yan temalar dışında başka kalıplar da var yinelenen. Örneğin eli silahlı bir düşman kahramanımızı öldürmek üzereyken bir başkasının silahı ateşleyip onu kurtarması gibi bir klişeye de filmde yer verilmiş, üstelik iki kez…

Zaten Dredd denilen, yine Stallone’nin oynadığı “Cobra” benzeri filmlerdeki yalnız, mutsuz, sevgisiz, kendini işine adamış polis tipinin bir kopyasından başka bir şey değil.

“Yargıç” da, “Cobra”ya yöneltilen en temel eleştirinin saptadığı gibi “faşizm” suyuyla kirlenmiş, “üstün insan” felsefesine yaslanan bir yapım. Dredd zanlılara suçlarını sayıp savunma istediğinde “Suçsuzum” yanıtına karşılık boşuna mı “Böyle diyeceğini biliyordum,” diyor sanıyorsunuz, üstelik gayet kendinden emin bir tonla, sesine ince bir alaycılığın gölgesini de düşürerek… Karşısındakinin suçsuz olabileceğini hiç hesaba katmıyor ki adam, Dredd için “Her insan suçu işlediği kanıtlanana kadar masumdur” ilkesinin beş kuruşluk değeri yok.

Çünkü Dredd için insan yaşamının bir değeri yok.

Çünkü Dredd “kanunun ta kendisi”…

Şaşırtmacasız, sürprizsiz…
Andığıma benzer kalıplarla yüklü olan senaryo ezbere bildiğimiz yollardan ilerleyip gelişiyor, hiçbir anında seyirciyi şaşırtmadan bitiyor. İşin ilginci senaryo yazarları seyirci için hoş bir sürpriz olacak yerlere girmekten özellikle kaçınmışlar. Örneğin Rico’nun DNA’sından yaratılan sözde yargıçlar tabut benzeri kutularından doğruluyorlar ama kavgaya katılamıyorlar. Senaryonun klasik “Frankenstein” temasına çok yaklaştığı bu noktayı nedense geçiştirmişler.

Böylece yeniyetme seyircinin çok hoşlanabileceği gürültü patırtı oranına sahip, “Judge Dredd” çizgi romanının zaten içerdikleri dışında hiçbir yenilik taşımayan bir yapıt çıkmış ortaya. Belki filmin yapımcıları “Total Recall-Gerçeğe Çağrı” ya da “Blade Runner-Ölüm Takibi” gibi daha özgün eserlerdeki öğelerden uzak durmanın ticari açıdan daha risksiz olduğunu düşünmüşlerdir. Bu çok tartışmalı bir konu ama her halükarda karşımıza eksiksiz, çeşitli açılardan benzerlerinden ayrılan, öne çıkan bir yapıt çıkarmaları gerekirdi. Oysa “Yargıç” senaryosunun başarısızlığı yüzünden sahip olabileceği önemi ve değeri yitiren bir film.

Mantık boşlukları ve abartılar
Kimi mantıksızlıklar (Janus projesini bilen Fargo’nun, Dredd ile Rico’nun aynı DNA’ya sahip olabileceklerini, dolayısıyla Dredd’in suçsuz olduğunu düşünememesi: aynı DNA’dan yaratılan insanlar arasındaki büyük fiziksel farklılıklar; havaya uçan gemiden yalnızca Dredd ve Fergie’nin kurtulmaları vs) ve daha kötüsü abartılar (Dredd’in uçan yargıç aracından ötekine sıçraması, Fergie’yi ensesinden tutup kurtarması vs) da senaryo rezaletine iyice tuz biber ekiyor.

Zaten Fergie dediğimiz “Buna vaktimiz yok,” gibisinden diyaloglarla kötü cinsel esprileri anıştıran, alabildiğine geveze, filme komedi unsuru girsin diye zoraki eklenmiş bir karakter değil mi? Zavallı senaristler yalnızca bu karakterin bile tüm neşesi ve çaçaronluğuyla filmin genelinde kurmaya çalıştıkları karamsar havayı dağıtmaya yettiğini fark etmemişler.

Ki aslına bakarsanız Dredd’in kendisi de -Cannon’un eski bir hileye başvurarak alt açılarla saptadığı- mükemmel görüntüsü ve Robocop tarzı yürüyüşüyle o karamsar havanın başlıca yalanlayıcısı…

Meraklısı bu noktada unutulmaz “Ölüm Takibi” filmini anımsayabilir… Filmde kurulan karamsar havayı destekleyen en önemli öğe Harrison Ford’un canlandırdığı, “üstün adam” ya da kahraman özelliklerinden yoksun, çaresiz, mutsuz, hatta yok etmeye çalıştığı androidlerle her karşılaştığında dayak yiyen dedektif karakteriydi. Aynı oyuncunun canlandırdığı Indiana Jones ya da Jack Ryan karakterleriyle “Ölüm Takibi”ndeki “kahraman” arasındaki bilinçle oluşturulmuş fark, filmler arasındaki tür farkından kaynaklanan ve onu destekleyen en önemli öğeydi.

Üstün-insan değil, “anti-kahraman”…
Çünkü şiddetin alabildiğine arttığı, dünyanın yaşanmaz bir yer haline geldiği, insanların gelecekle ilgili umutlarının kalmadığı bir ortamda Dredd gibi kişilerin de kendilerini diğerlerinden üstün kılan özelliklerini yitirmeleri beklenir.

O yüzden de “Yargıç”ta gözlerimiz bir anti-kahraman arıyor. Ya da en azından kahramanın özellikleriyle filmin havası arasındaki çelişkinin farkına varabilecek birikime sahip bir yönetmen gözü…

Senaryonun getirdiği tek yenilik, Batı toplumlarında giderek artan şiddetten yola çıkılarak yaratılmış polis-yargıç-cellat tiplemesi. Bu da filmin sahip olduğu karamsar bakış açısının en güçlü motifi olarak ortada duruyor.

Tam da bu noktada başka bir tartışma beliriyor: Dredd’in yaratıldığı dönemdeki dünya ile bugünkü birbirinden çok farklı. Soğuk Savaş’ın bittiği, dünya genelinde bir yumuşamanın yaşanmaya başlandığı bir dönemden geçiyoruz. Kapitalist sistem ülkelerin hemen tümünde egemenliğini kurmuş durumda ve sosyalizmden kapitalizme geçen ülkelerle üçüncü dünya ülkelerinin önünde insan hakları ihlallerinin kalmadığı, demokrasinin yüksek düzeyde yaşama geçirilebildiği gelişmiş kapitalist ülkelerin örnekleri duruyor. Bu yönde bir baskı da var üstlerinde. Önümüzdeki yıllarda Batı ülkelerinin metropol yaşantısında gözlenen yaygın şiddetle ilgili çözümler bulmalarını beklemek, diğerlerinin de demokrasi ve insan hakları bakımından Batı ülkeleri standartlarına yetişmeye çalışacaklarını ummak artık boş bir hayalcilik değil.

Öyleyse günümüz toplum yaşantısından yola çıkan ve kimi özelliklerini değiştirmek, abartmak yoluyla geleceğe taşıyan bilimkurgu yapıtlarının niteliğinde de bir değişme gözlenebilir. Bu gelişme olmasa ya da gecikse bile 1995 yılının ABD’sinden hareketle 2 bin bilmem kaç yılında sokaklarda insanların tavuklar gibi boğazlanacağını söylemek artık eskisi kadar kolay değil.

Bu gelişmeler “Yargıç”ın felsefi zeminini ufaltıyor, yapıtı tartışmalı hale getiriyor.

Filmin senaryosunda da yargıç tiplemesi dışında bir yenilik yok. Dünyanın tümüyle çölleşmiş olması, insanların artık megakentlerde yaşamak durumunda kalmaları gibi pek çok bilimkurguda karşımıza çıkan öğeleri yenilikten saymıyorum doğal olarak…

Etkileyici set ve maket çalışmaları
Böylece geriye yapım tasarımı, özel efektler gibi alanlarda, her büyük bütçeli bilimkurguda olması gereken bir yaratıcılık düzeyi kalıyor ki bu açıdan film fena sayılmaz. En başta, Fergie’nin gözüyle kenti gördüğümüzde karşımızdaki gerçekten etkileyici bir set ve maket çalışması. Uçan araçlarla yapılan takip sahnesinde de çevrenin ne kadar iyi düzenlenmiş olduğu göze çarpıyor. Yine de beni en çok etkileyen Yargıç Fargo’nun ve Dredd ile Fergie’nin kent dışında göründükleri sahnelerdeki çevre tasarımı oldu. Uçsuz bucaksız çölün ortasına inşa edilmiş, demir çelikten oluşan devasa kent, görkemi ve aynı zamanda yalnızlığıyla insanoğlunun macerasının, böyle giderse -teknolojik gelişmelerin çevreye olan olumsuz etkileri bakımından- ne kadar kötü sonuçlanacağını anımsatmak için tek başına yeterli…

Cannon genel olarak tüm çekimlerde, örneğin uçan araçların birbirini kovaladığı sahnede, deneyimsiz bir yönetmenden beklenmeyecek denli usta. Ama yine de yazının girişinde andığım kimi isimler gibi dersine iyi çalışmış öğrenci tavrı var. Üzerine düşeni yapmış, yani rahatlıkla sınıfı geçebilir; ama örneğin Ridley Scott’ın “Ölüm Takibi”nde, Tim Burton’ın “Batman Returns-Batman Dönüyor”da koyduğu cinsten küçük eslerden, insan psikolojisinin derinliklerine girmekten, hareket öğelerinin olmadığı sahnelerde kamerayı sakin tutmaktan aciz, bu yüzden de etkileyici sinemasal anlar oluşturamıyor, yani öğretmenini şaşırtamıyor.

Bir de “Johnny Mnemonic”te Robert Longo’nun düştüğü tuzaklara düşüyor.

“Johnny Mnemonic”ten “Yargıç”a…
Garip bir raslantı mıdır bilinmez, iki genç yönetmenin çektiği iki bilimkurgu filmi, değişik başarı düzeylerine karşın aynı hatalardan muzdarip görünüyorlar. Longo da, Cannon da tek tek planları belli düzeyde çekmeyi biliyorlar. “Dersine iyi çalışmış öğrenci” benzetmesi bu yüzden yerli yerinde. Ama iş o planların birbiri ardına sıralanmasına, sahnelerin oluşmasına ve daha önemlisi art arda sıralanan görüntülerden ayrı anlamların elde edilmesine gelince ikisi de çuvallıyorlar. Çünkü orası Burton, Scott gibi ustaların alanı. O noktada tek bir planın ışık ya da görüntü kalitesi bakımından düzeyi yeterli olmuyor; bunların üzerine eklenen sinemasal öğeler ve tüm bunlardan çıkan değişik anlamlar daha önemli hale geliyor. Örneğin “Ölüm Takibi”nde Rutger Hauer’in canlandırdığı androidin dedektifi öldürmesi beklenirken unutulmaz bir monologla kendini ölüme bırakması dışında beni en çok üç insanın yüzünün etkilediğini anımsıyorum: Yaşlanma hastalığına tutulduğu için koloniye gidemeyen adamın yüzündeki çaresizlik, Ford’un sonradan onun da bir android olduğunu anlamamızla altı çizilen umutsuz yüzü, Sean Young’ın sigara dumanları arasından kayıtsız bakışı… Hareket sahneleri, çevre düzenlemesi vs hiçbir şey bu üç insanın yüzü kadar etkileyici olamıyordu. Çünkü zaten bu üç yüz, tüm filmde kurulan atmosferin en önemli yansıtıcılarıydılar.

“Yargıç”ta ise atmosfer kurma çabası maket ve dekorlara bırakılmış. Burada insanlar daha kanlı canlı duruyorlar. “Ölüm Takibi”yle kıyaslanabilecek tek umutsuzluk ifadesini herhalde yılların deneyimiyle Max Van Sydow yakalamış, geri kalan tüm oyuncular sanki herhangi bir dedektiflik filmindeymişler gibi oynuyorlar. Assante, Prochnow gibi usta oyuncular bile sapır sapır dökülüyor. Üstelik bir de Stallone rol kesmeye çalışıp komik duruma düşüyor. Cannon da bu kötü oyunları A sınıfı bir filmde yapılageldiği gibi görüntülüyor.

Durum böyle olunca ortaya senaryosu ve çevre düzenlemesiyle başka, reji çalışması ve oyunculuklarıyla başka olan bir film çıkıyor. Yaratıcı bir bilimkurgu gibi yazılmış ve dekore edilmiş, sıradan bir polisiye gibi oynanmış ve çekilmiş bir film…

Bu çelişkinin altında genç yönetmenlerin, ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar bilimkurgu denen zor türde elde edecekleri doğal başarısızlığın nedenleri yatıyor. Bilimkurgu (hele de “kara ütopya” denen) sinema türü başarısını atmosferden alıyor, genç yönetmenlerin pek sevdiği hareket sahnelerinin güzelliği gibi unsurlar ikinci planda kalıyor.

“Yargıç” ve “Johnny Mnemonic”i örneğin -hayal bu ya- beşinci sınıf bir senaryodan çektiği “The Crow-Ölümsüz Aşk” filminde “Blade Runner” ayarında bir atmosfer kurmayı başaran ve bu yüzden gönüllerimize taht kuran Alex Proyas ya da “Alien 3”te büyük stüdyolardan birinin kotardığı bir devam filminin üçüncü bölümünü değil, özgün bir film çekiyormuşçasına özgür hareket eden ve yine atmosfer kurmakta büyük başarı sağlayan David Fincher çekse eminim ortaya ritmi, atmosferi ve tüm reji çalışmasıyla keyifli izlenen ve iz bırakan yapıtlar çıkardı.

Ya da bu projeler Ridley Scott gibi ustalara verilseydi…

Proyas, Fincher, Scott ve Burton’ın gösterdiği/gösterebileceği bir başarıyı Danny Cannon neden gösteremiyor peki?

Çünkü Cannon “Genç Amerikalılar”da kurduğu atmosferin “Yargıç”ta çok daha elzem olduğunu bilmiyor.

Çünkü Cannon sinemada dramaturjinin bilgisayar efektlerinden daha önemli olduğunu, sessizliğin de ses kadar değerli bir dramatik öğe olabileceğini, durgun planların da hareketli planlar kadar etkileyici olabileceğini henüz bilmiyor.

Çünkü Cannon insan yüzlerinin silah ve yumruklardan daha önemli olduğunu bilmiyor.

Ama ne yapalım ki bunları öğrenmeden de -nerede kaldı iyi bilimkurgu- iyi bir film bile yapılamıyor...

Antrakt, Sayı: 52, Ocak 1996

Judge Dredd / Yargıç
Yönetmen:
Danny Cannon; Öykü: Michael De Luca, William Wisher (John Wagner ve Carlos Ezquerra tarafından yaratılan çizgi karakterlere dayanılarak); Senaryo: William Wisher, Steven E. de Souza; Yapımcılar: Charles M. Lippincott, Beau E. Marks; Görüntü yönetmeni: Adrian Biddle; Müzik: Alan Silvestri; Kurgu: Alex Mackie, Harry Keramidas; Oyuncular: Sylvester Stallone (Yargıç Dredd), Armand Assante (Rico), Jurgen Prochnow (Griffin), Diane Lane (Yargıç Hershey), Max Van Sydow (Yargıç Fargo), Joan Chen (Dr. Isla Hayden), Balthazar Getty (Nathan); 1995 ABD yapımı, 95 dakika; Dağıtımcı firma: Özen Film; Gösterim tarihi: 24 Kasım 1995

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder