Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

2 Ekim 2009 Cuma

"Gerçekçi” olmak…

Gişe filmi yazmak isteyen genç senaristler, ülkemizle ilgili bu verileri dikkatle incelemelidirler. Çünkü çoğumuz aksine inanma eğilimi göstersek de senaristin film yapımı sürecindeki rolü sınırlıdır, kimsenin ilgisini çekmeyecek ya da gerçekleştirilemeyecek kadar zor projeleri kaleme almak, başta senarist olmak üzere kimseye yarar sağlamaz.

Yaratıcı süreçler çoğunlukla belirsizliklerle doludur; sanatçı tam olarak ne yapmak istediğini genellikle bilmez, gizemli bir gücün etkisi altındaymış gibi belirli biçim ve motiflere çekilir, onların tutsağı olur… yaratır.

Bu belirsizlikler işin en keyifli yönünü oluşturur, sanatçı çoğunlukla aksini düşünse de çok yararlıdırlar, yine de işe başlarken bazı bilgilere sahip olmak gerekir. Bulunduğunuz noktanın koordinatlarını tam olarak bilmenizin çok yararı olacaktır, bunu da ancak “ne yazmak istediğinizi” bilerek sağlayabilirsiniz.

Şu en basit gerçeği anımsayalım: Sinema pahalı bir sanattır. Türkiye gibi dünyaya açılma şansı ve becerisi düşük, kendi pazarı dar olan bir ülkede sinema, çok pahalı bir sanattır. Bu aralar ülkemizde düşük bütçe dendiğinde yaklaşık 100 bin, yüksek bütçe dendiğinde ise 1 milyon dolar anlaşılıyor; her ne yazacaksanız bilmelisiniz ki, senaryonuz ortaya çıktığında yapımcı onu gerçekleşebilmesi için en az 100 bin dolar bulmak zorunda kalacaktır.

Öyleyse senarist, en az 100 bin dolarlık bir projeyi başlatan, bu paranın hangi kanalda akacağını belirleyen, bu konuda bir önerisi olan kişidir. Kuşkusuz bu önerinin yapımcı, yönetmen, oyuncular gibi projede önemli işlevleri olan kişilerce de uygun bulunması gerekir.

Kendinizi bir mimara benzetmeniz yararlı olabilir.: Bir bina tasarımı yapıyorsunuz, planınızı koltuğunuzun altına sıkıştırıp para babası bir adama gidiyorsunuz, “Gel bu binayı birlikte yapalım, böylece sen de para kazan” diyorsunuz. Yaptığınız tasarımın, o adamın arzularına ve onun daireleri satacağı kişilerin beğeni ve ihtiyaçlarına uygun olması gerekecektir. Yoksa bina yapılamaz.

Öyleyse “ne” sorusunun yanıtlanması, ister istemez endüstrinin koşullarıyla ilgilidir. Çünkü -bazen aksini iddia etseler de- yapımcılar öncelikle para kazanmakla ilgilenirler. Böyle düşünmekle de haklıdırlar, filmler seyirci çekemezse endüstri batar ve herkes işini kaybeder.

Endüstri, tür filmleri üzerinde temellenir, bunlar, bir tür araç gerece benzetilebilir, muslukçunun İngiliz anahtarıyla çalışması gibi, örneğin Hollywood sineması da gişenin musluğunu, romantik komedi, korku, gerilim, macera, bilim kurgu gibi anahtarları kullanarak açar.

Sinema çok pahalı bir sanat olduğu için yapımcılar, gişe garantisi olan senaryolara eğilim gösterirler; denenmemiş türde bir senaryonun seyircideki karşılığının ne olacağı belirsizdir, ve doğal olarak hiç kimse en az 100 bin dolarını belli garantiler olmadan sokağa atmak, genellikle rastlandığı gibi, başkalarının parasını kullanıyorsa, sponsorlarıyla ilişkisini zedelemek istemez.

Usta bir senarist, tür filmlerinin şablonlardan oluştuğunu bilir. Söz konusu olan bir macera filmiyse, finalde kahraman serüvenden başarıyla çıkacak ve mutlaka sağ kalacaktır, ölmesi seyircinin hoşuna gitmez. Romantik komedi filminde, aşıklar birbirlerine kavuşacaklar ve seyircide sonsuza dek mutlu olacakları izlenimi yaratılacaktır çünkü izleyici tam da bunu görmek için sinemaya gider.

Bir futbol maçına bilet aldıysanız, takımların kıyasıya mücadele etmelerini, ataklar düzenlemelerini, mümkünse bol sayıda ve güzel gol atmalarını beklersiniz, sinema seyircisinin de aynı beklentiyle salona girdiğini unutmamak gerekir. Macera zor, kötü adamlar güçlü ve acımasız, sahneler hareketli olmalıdır ki karşılaşmanın zevki çıksın. Bu süreçte yeterince zevk almazsa seyirci hayal kırıklığına uğrayacaktır çünkü zaten finalde ne olacağını bilmektedir.

“Die Hard 3-Zor Ölüm 3”ü anımsayalım: Bruce Willis’in oynadığı dedektifin çok zor bir macera içinde kalacağını ve süreçten biraz yıpranmış olarak ama başarıyla çıkacağını biliyorduk, ilk iki film sayesinde, serinin devamında da kalabalık bir düşman ekibinin söz konusu ve maceranın terörle ilişkili olacağını anlamıştık. Bu koşulları içeren onlarca senaryo yazılabilir, yapımcının başarısı, bunlar içinden en çok yenilik getiren, en fazla sayıda sürprizi içeren ve en etkileyici olanı seçmekte yatar.

Ve işte sürprizler: Filmin yaklaşık ilk yarısı boyunca, oraya buraya bombalar yerleştiren Simon isimli bir kötü adamla uğraşırız. Simon’ın kahramanımıza bir gıcığı olduğu bellidir ama nefretinin nedeni anlaşılamaz, dolayısıyla ilk yarı boyunca iki merak unsuru birden seyirciyi kıskaca alır: Bu adamın McCane’le ne alıp veremediği var ve dedektifimiz bu maceradan nasıl sağ çıkacak?

İkinci yarı asıl sürprizi getirir: Simon’ın derdi Fort Knox’u soymaktır. Sinema tarihinin en yüksek meblağlı soygununu tasarlamış, gözümüzün önünde 100 milyar doları cebe indirmiştir. McCane’in bu yutturmacayı anlayıp anlayamayacağını, anladığında ise adamları durdurup durduramayacağını merak ederek filmi tamamlarız. Kuşkusuz arada bir dizi sürpriz daha vardır, örneğin finalin hemen öncesinde seyircinin, McCane’in başarısız olduğunu sanması sağlanır, her şeyin bittiğini düşündüğümüz anda işler bir kez daha değişiverir, mutlu sona erişiriz.

Aspirin kutusu türüğüne rağmen “Zor Ölüm 3”, bir tür filmi olarak gayet başarılıdır, senaryosu da serinin üçüncü filmi için gerekli olan her öğeyi barındırmakla kalmaz, eşsiz bir görsel lezzet için uygun malzemeyi de içerir.

İyi bir senaryo, başta yönetmen olmak üzere yaratıcı sürecin parçası olan herkese iyi paslar atabilmelidir, “Zor Ölüm 3” senaryosu bunu başarmıştır.

Bu örnekte de görüldüğü gibi, tür filmleri yazma arzusu duyan senaristlerin, girdikleri kulvarın kabaca tarihini ve bu günlerde ne durumda olduğunu bilmesi gerekir ki asıl kendisinden beklenen şeyi, yani seyirciyi buluşlar ve sürprizlerle sürüklemeyi başarabilsin. Türkiye’de “Zor Ölüm” gibi bir senaryo yazmanın esprisi yoktur, filmin gerektirdiği teknoloji para demektir, bu tip bir senaryo o kadar yüksek bir bütçe gerektirir ki ülkemizdeki hiçbir yapımcı bunu karşılayamaz.

Sınırlarımızı bilmek zorundayız: Türkiye’de yılda ortalama 14 milyon bilet satılıyor ki buna porno filmler de dahil. Bilet fiyatları büyük kentlerde 4 dolar civarında, Anadolu’da daha da düşük, bunun yaklaşık yarısı yapımcıya kalıyor. Piyasada, bu hesabı yapabilmek için her bilete karşılık yapımcının 1 dolar kazandığı varsayılır, öyleyse filme 100 bin seyirci geldiyse, 100 bin dolar kazanır, bir başka deyişle, düşük bütçeli bir film yaptığınızda bile en az 100 bin seyirci getirmeniz gerekir ki zarar etmeyesiniz. Kuşkusuz bu hesabı yaparken, filmlerin video ve TV gösterim bedellerini hesap dışı tutuyoruz çünkü önemli olan sıcak paradır, TV gösterimi ise sinema gösteriminden en az bir yıl sonra yapılacaktır.

En çok iş yapan filmlerimizin 2-3 milyon seyirciye ulaşabildiğini biliyoruz, yani genç senaristimizin hedefleyebileceği en yüksek seyirci sayısı bu. Bu gerçeğin tercümesi şudur: Örneğin yapımı için 5 milyon dolar gerektirecek bir senaryo yazmanız abesle iştigal etmek olur.

Tek sorun bütçe değildir kuşkusuz, aynı biçimde sinemacıların alışkanlıklarını, eğilimlerini de bilmek durumundayız, tanıdığım kadarıyla yapımcılarımız, Hollywood’a göründüklerinden fazla hayranlar, ama bu “Zor Ölüm” gibi bir film yapmaya gönüllü olacakları anlamına gelmez. Filmlerin seyirciyle ilişkisi büyülü ve tuhaftır, örneğin Fikret Kuşkan’ı Bruce Willis’in yerine koyamaz, seyirciye bu imajla sunamazsınız.

“Evil Dead-Şeytanın Ölüsü” gibi bir filmin de Türkiye’de şansı yoktur, efektler aynı başarıyla yapılabilse bile seyircinin birikimi ve beğenisi başarıyı engeller.

Öyleyse dikkatimizi Türkiye’ye çevirmemiz gerekiyor. Bu topraklarda son yıllarda üç tür film çekiliyor: Birincisi “gişe filmleri”dir ki bu kategoride -son 15 yıldır- “Karışık Pizza’dan başka örnek yok ve onun gişe açısından başarısızlığı da umut kırıcı.

İkinci gruba düşük bütçeli dramlar girer, “Gemide”, “Leoparın Kuyruğu” ve “Masumiyet” bu kategorinin örnekleri arasında sayılabilir. Bu üç filmden en çok iş yapan “Masumiyet”in 75 bin seyirciye ulaşmış olması, küçük bütçeli oldukları için avantajlı görünen bu tip filmlerin gişe başarısı hakkında bir fikir verir.

Üçüncü kategori ise “Eşkıya”, “Propoganda”, “Her şey Çok Güzel Olacak” ve “Ağır Roman” gibi yüksek bütçeli filmlerden oluşur, bunların çok yüksek gişe başarıları kazanmış olmaları umut vericidir, ama şu noktayı atlamayın: Bu filmler en az 600-700 bin dolarla yapılmaktadır, ki bu da Türkiye’de pek az yapımcının bulabileceği bir miktardır.

Gişe filmi yazmak isteyen genç senaristler, ülkemizle ilgili bu verileri dikkatle incelemelidirler. Çünkü çoğumuz aksine inanma eğilimi göstersek de senaristin film yapımı sürecindeki rolü sınırlıdır, kimsenin ilgisini çekmeyecek ya da gerçekleştirilemeyecek kadar zor projeleri kaleme almak, başta senarist olmak üzere kimseye yarar sağlamaz.

Sinema, Sayı: 55, Eylul 1999

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder