Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

23 Ekim 2009 Cuma

Senaryo ve delilik

Onların sistemini uygulamaya çalışırken yüreğimizin sesini kısmamız gerekti, ama bu, doğaya aykırı, en sahici güdülerimizle aklımızın gerilimi bu deliliği yarattı.
Beraberinde mutsuzluk geldi...


Bir senarist olarak kendimi "Psycho-Sapık" filminin baş karakteri Norman Bates'e benzetiyorum. Yani çifte kişilikliyim.

Yalnız değilim üstelik; bizim sinemacıların çoğu aynı dertten mustarip. Siz genç senaristler de tehlike sınırındasınız çünkü siz de Bates Ana'nın tehdidi altındasınız.

Annesi Norman'a belirli bir hayat görüşü empoze etmiştir. Delikanlı kendini doğal güdülerinin akışına bırakamaz, suçluluk duyar.

Yaşadığı trajedinin nedeni duyguları değil, onları hissetmesinin yanlış olduğunu sanmasıdır. Doğal güdülerini engelleyemez Norman, yok edemez, yok sayamaz. Annesi ölmüştür ama hala kutsal bir varlıktır, tek ve biricik "hayat rehberi" pozisyonunu sürdürmektedir; beyni yıkanan Norman annesinin fikirlerine de karşı çıkamaz.

Bates Ana oğluna kendi doğrularını öğretmiş, zihnini binlerce yasak ve kuralla doldurmuştur.

Bu bilgi diktatoryasının çocuğu nasıl ezeceğini hesaplayamamıştır.

Tarihten günümüze
Sinema alanında ciddi bir bilgi diktatoryası var.

Neredeyse 50 yıldır, ve artarak sürüyor.

2. Dünya Savaşı Almanya, Fransa, Japonya gibi pek çok önemli sinema ülkesinde film üretiminin neredeyse durmasına yol açtı; topraklarında savaşmayan ABD, Avrupa'dan kaçan sinemacılara da kucak açtı, sonuçta ülkeyle birlikte, sinema endüstrisi de çok güçlenerek girdi 1950lere.

Derken, henüz toparlanamamış büyük sinema ülkelerini bu kez de televizyonun yaygınlaşması vurdu. Sinemanın en ucuz eğlence aracı pozisyonunu yitirmesi, tüm gelişmiş ülkelerde film üretiminin düşmesine, salon sayısının hızla azalmasına neden oldu. Her ülke kendince savaştı televizyonla, örneğin ülkemizde küçük ekranın yaygınlaşmaya başladığı 1970'lerde salonları TRT ekranına çıkamayan yerli filmler kapladı: Komedi-seks furyası, arabesk filmler ve toplumcu gerçekçi yapımlar. Bunların çoğu 12 Eylül'den sonra devam edemedi. 80 ortalarında başlayan video modasıyla bir süre idare edildi, o da hızla tükendi; sonuçta Türk sineması televizyona karşı ciddi bir önlem geliştiremedi.

Sadece Türkiye değil, -Hindistan özel örneği hariç- önemli sayıda film üreten veya sinema tarihinde yeri olan hiçbir ülke bu başarıyı gösteremedi. Sadece Hollywood çareyi buldu: TV karşısında pineklemek istemeyecek tek seyirci grubunu, yani gençleri salonlara çekmek... Ve onları küçük ekranın yapamadığı biçimde büyülemek... Sesle, görüntüyle, efektle.

Teknoloji hızla gelişti, film çekimlerinde tekniğin kullanımı arttıkça filmlerin bütçeleri büyüdü, dünyada sinemanın tek patronu pozisyonunu korumak için Hollywood filmleri mümkün olduğunca çok sayıda perdede (hatta ülkede) aynı anda gösterime sokmak gibi taktikler geliştirdi vs.

Sonuç: Hollywood sinemanın tek efendisi ve kuralları o koyuyor.

Daha ötesi: Bilgiyi o empoze ediyor; Hollywood bizim Bates Anamız.

Ülkemizde eskiden, kurgu öğrenmek isteyen gençler Eisenstein'ın, Pudovkin'in kitaplarını okurdu; hala okuyan var mı bilmiyorum çünkü bu büyük sinemacıların geliştirdiği kurgu teknikleri artık her yerdeler: Reklam filmlerinde, kliplerde, Amerikan işi film ve TV dizilerinde kullanılıyorlar, sürekli görüyorsunuz onları, belki de Hollywood'un icat ettiğini sanıyorsunuz çünkü en çok onlar kullanıyorlar.

Onların kurgu anlayışı beynimize kazınmış durumda.

Ve görüntü anlayışları... Senaryo yazım teknikleri ve film yapım alışkanlıkları... Çalışma tarzları... Hepsi gerek seyircinin, gerekse sinemacıların bilinçaltlarına çoktan yerleşti.

Hepimiz, annesinin yarattığı bataklıkta çırpınan Norman'lara dönüştük.

Örneğin diziler yapıyor ama beğenmiyoruz... Dramatik yapı deyince aklımıza "Nip Tuck", "CSI: New York" gibi ABD dizileri geliyor, "Carnivale"in geçmişi tekrar yaratırken ulaştığı görkeme ve o olağanüstü görüntülerine imreniyoruz.

Sonuçta perdede de, ekranda da hilkat garibeleri cirit atıyor: İçeriği az-çok Türk, biçimi Amerikan taklidi onlarca film ve dizi...

Ki bu noktaya da yeni vardık; o çifte kişililik hali yüzünden onlarca Hollywood sitkomunun kopyası da yapıldı ülkemizde, "X Files-Gizli Dosyalar" bile taklit edildi.

Daha doğrusu edilemedi.

Edilemez de zaten; Hollywood'un tüm dünyaya satacağını bilerek, ona göre bir özen ve harcamayla yaptığı film ve dizilerin teknik kalitesini yakalamak olanaksız, öncelikle senaryo konusunda...

Ama Norman gibi biz de imkansızı yapmaya çalışıyoruz çünkü bilinçaltımızın taht odasında Bates Ana oturuyor.

Senaryo teknikleri
Hollywood doğal olarak, ABD'nin sosyal ve politik gidişatına göre şekil alıyor. Ürettiği bilgi de, bilgiyi kullanış biçimi de kendine özgü. Bunlar bir başka ülkeye aynen uyarlanamaz.

Örneğin dizi yazarken "Lost"un üzerinde çok çalışıldığı her halinden anlaşılan dramatik yapısını örnek alamayız.

Dizi senaryosu -sinema filmlerine kıyasla- karmaşık bir yapıya sahiptir; genel olarak yapıyı, karakterleri, ana hikayeyi ve yan hikayeleri uzun uzun tartışmak gerekir ki Hollywood'daki meslektaşlarımız tam da bunu yapıyorlar.

Biz... bunu yapamıyoruz. Hiçbir yapımcı yapı geliştirme işine örneğin 2 ay ayıramaz. Hem dizinin bütçesi buna yetmez, hem de iki ay sonra ne olacağını kimse bilmez Türkiye'de.

Ayrıca evinizde aylarca çalışıp gerçekten mükemmel bir yapı kursanız bile, alt üst olması bir hafta bile sürmez. Çünkü yapımcı, yönetmen, oyuncular, kanal yöneticisi gibi diğer söz sahibi kişilerin de senaryo konusunda çok değerli fikirleri vardır, her kafadan bir ses çıkar, genellikle sesler çatışır, fikirler çelişir ve gücü yeten kazanır.

Çoğunlukla herkes kaybeder...

Bu karmaşanın en büyük nedeni insanların ABD televizyonlarındaki sistemi uygulama çabaları: Altyapı aynı mükemmellikte olmadığı için seyircinin gerçekte neyden hoşlandığını kimse bilemiyor; ama herkes rating-ürün arasındaki ilişkiyi analiz edip ona göre manevra yapmak derdinde.

Ve tabii ki Amerikan elbisesi Türk bedenine uymuyor.

Hem uysa bile bizi mutlu edemeyecek çünkü Bates Ana da mutsuz.

Gişe rakamları, Hollywood'un da uzun süredir el yordamıyla ilerlediğini gösteriyor; "The Sixth Sense-Altıncı His", "Matrix", "Cast Away-Yeni Hayat" gibi filmler hiç beklenmeyen gişe başarıları kazanırken gişeleri kasıp kavuracağına inanılarak hazırlanan pek çok A sınıfı film ellerinde patlıyor. Gişe başarısı elde etmek amacıyla çocuk-genç seyirciyi yakalamak için daha fazla uğraşıyorlar, bu da filmleri daha da basitleştiriyor, kimi Hollywood bilgelerinin yaptığı "Oscar'a aday gösterecek film bile bulamıyoruz" tespiti hala ortalıkta duruyor, ama kimse ne yapılması gerektiğini bilmiyor.

Çünkü bilgiyi diktatör kılmak, sanatın doğasına, sanatçının ruhuna aykırı; seyirci de artık formüllere dayanılarak yapılmış filmler istemiyor. Hollywood o deli gömleğini çıkarması gerektiğini anlamaya başladı ama, o kadar uzun süredir giyiyor ki, ikinci bir ten gibi yapışmış sırtına, kurtulması kolay olmuyor.

Bizim deli gömleğimiz daha farklı; çifte kişiliği olanlara giydirilen türden.

Onların sistemini uygulamaya çalışırken yüreğimizin sesini kısmamız gerekti, ama bu, doğaya aykırı, en sahici güdülerimizle aklımızın gerilimi bu deliliği yarattı.

Beraberinde mutsuzluk geldi...

Film+, sayı: 10, Ocak 2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder