Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

29 Kasım 2010 Pazartesi

Leland: Kane’in aynası

Burjuvaziye mensup ama her şeyini yitirmiş Jed’le, yoksul bir aileden gelen ama 60 milyon dolarlık bir servete konan Kane’in dostluklarının, karşılıklı kompleksler geliştirebileceği ortada; ki zaten film boyunca tam bir sevgi-nefret ilişkisi seyrederiz.

“Yurttaş Kane” o kadar usta işi bir eserdir ki, bu köşede anlatılan tekniklerin önemli bir bölümünü, sadece o filmden örnekler vererek aktarabilirdim.

Bir tek yapıttan bu kadar çok şey öğrenilebiliyor olması size de ilginç gelmiyor mu?.. Bu durum, hem filmleri incelemenin önemine vurgu yapıyor, hem de bizi senaryo yazarlığı üzerine düşünmeye teşvik ediyor.

“Film karakterleri” konusunu bir film kişisini analiz ederek sürdürüyoruz. Başka analizler de yapacağız, herhangi bir karakterin bu köşede konu edilmesini talep edebilirsiniz. Lütfen ilgili filmin okurların kolay bulabilecekleri bir eser olmasına dikkat gösterin.

Welles’i taklit edip çevresindeki kişilerden birini inceleyerek Kane’i tanımaya çalışacak, bu arada geçen sayı değindiğim tartışmaya ek de yapmış olacağız: Neden diğer karakterler Rosebud/Kane gizemini çözemezler?

Öncelikle belirteyim: Filmin ana kişilerinden herhangi birinin analizi, nevroz teorisi dışarıda bırakılarak yapılırsa eksik kalır. Fakat burası psikiyatri dergisi değil ve benim yerim sınırlı. İlgilenenler nevrozu ele alan eserlerden, örneğin Karen Horney’in “Ruhsal Çatışmalarımız” kitabından yararlanabilirler.

Joseph Cotten’ın canlandırdığı Jedediah Leland, Kane’in en yakın olduğu ve en çok çatıştığı insanlardan biri. Birbirlerine çok benzerler, öte yandan aralarında önemli karşıtlıklar da vardır.

Kane ekibinin gazetedeki ilk günleri, Thatcher’ın ve Bernstein’ın bakış açısıyla aktarılır, Jed’in Charles’ın çekirdek ekibinin üyesi ve yakın arkadaşı olduğu belirtilir ve vurgulanır. Kane’le birlikte Inquirer’a girdikleri sahnede aralarındaki benzerlik açıktır: İkisi de genç, iyi giyimli, yakışıklı, neşeli, umut dolu ve enerjiktirler. Fakat onları gören editör Carter, Leland’ı Kane sanar. Şakayla karışık geçiveren bu hata, ilerde aralarında gelişecek çatışmaya hazırlık amacıyla konmuştur: Aralarında büyük farklar yoktur, Leland, Kane’in yerinde olabilirdi.

Parlak okullardan birlikte kovulduklarını Bernstein Thompson’a daha sonra anlatır. O arada Kane’i yaptıklarından keyif alan, serseri ruhlu bir genç olarak tanımışızdır, okullarla ilgili veri, Leland’ın da öyle olduğunu anlamamızı sağlar. Bernstein’ın onunla ilgili diğer sözleri bizi Jed ile Charles arasındaki karşıtlıkların derinine indirir: Leland aslında köklü ve güçlü bir aileye mensupmuş, ama babası intihar etmiş ve borçtan başka bir şey bırakmamış.

Burjuvaziye mensup ama her şeyini yitirmiş Jed’le, yoksul bir aileden gelen ama 60 milyon dolarlık bir servete konan Kane’in dostluklarının, karşılıklı kompleksler geliştirebileceği ortada; ki zaten film boyunca tam bir sevgi-nefret ilişkisi seyrederiz. Leland’ın da belirttiği gibi mesafeli biri olan Charles sadece Jed’e adını kısaltarak hitap eder, aralarındaki dostluğu Leland da onaylar: “Onun en eski dostuydum ve bana hep kötü davrandı. Belki de dostu değildim ama ben de değilsem hiç kimse dostu değildi.” Son cümlesinin nedeni Charles’ın kimseyi sevmediğini düşünmesidir, bunun kökeninde de hayal kırıklığı ve Kane’a karşı duyduğu bilinçsiz nefret yatar. Onun “hakkı olan” her şeye Charles sahiptir, kendisinin sahip olduğu hemen her şeyi (örneğin dram eleştirmenliğini) de o vermiştir. Üstelik Leland’a neler verdiğinin farkındadır Charles, Chicago’ya gitmesini konuşurlarken “Orada Neuberg istakozları bulabileceğini hiç sanmıyorum” der, “Benden uzak olursan sadece maaşınla geçinmek zorunda kalırsın” der gibi. Bu repliğin bir önceki cümlesi (“Çölden çok sert bir rüzgâr eser”) ise hakkında düşündüklerini Kane’e söyleyebilmek için sarhoş olması gereken Jed’in zayıflığına bir taştır.

Sırttaki hançer
İlişkilerini bitiren olayda tüm bu veriler olağanüstü bir yaratıcılıkla bir araya getirilir: Temsil boyunca program kağıdını yırtarak oyalanan, gösteriyi hiç izlemeyen Leland, Susan’ın oyunculuğu hakkında ağır bir eleştiri yazmaya başlar. Yine alkol yardımıyla güç toplamaya çalışmaktadır, sızdığı için bitiremediği yazıyı Kane tamamlar.

Leland zayıf insanların yaptığı gibi arkadan vurmaya kalkmıştır Charles’ı, o da hançeri alıp kendine, karısına ve Jed’e saplamıştır.

Kane öncelikle Leland’dan nefret etmektedir, onu artık onaylamadığı, bu kadar zayıf olduğu, Chicago’ya gidip onu yalnız bıraktığı, Susan aracılığıyla yürüttüğü savaşta “düşmanla” işbirliği yaptığı, ahlak tasladığı ve birbirlerine benzedikleri, ama Leland “tek şey” olabildiği için (Charles hep iki şey arasında parçalanır: İşveren ve işçi hakları savunucusu olması gibi). Tüm bu nedenlerin arasına, Kane’in yaşamına damgasını vurmuş olan, “O para bana hep battı” biçiminde dile getirdiği suçluluk duygusunu da katmak gerekir, bu duyguyu ona en çok hissettiren kişiye hem acır, hem ondan nefret eder, Susan’dan da ettiği gibi…

Kane karısının yeteneksiz olduğunun farkındadır. Daima insanların ne düşüneceklerini kendisinin belirleyebileceğine inanmıştır, fakat seçimler onu haksız çıkarmıştır. Yeteneksiz olduğu halde karısını yıldız yapabilirse kamuoyundan intikamını almış, seçim yenilgisinin acısını çıkarmış olacaktır. Fakat Susan’ın başaramayacağı bellidir, Kane bu yüzden öfkelidir ona. Charles, Jed’in zayıf olduğunu görür, ama kendi de Susan’ı arkadan vurduğu ve bunu -sezgisel olarak- bildiği için “yansıtma” yapması, Leland’ı güçsüz ilan etmesi gerekir. Daktilonun başına oturduğunda ilk yazdığı (ekranda dev boyutlarda beliren) harfler sadece Susan’ın yeteneğini değil, Leland’ı da tarif eder: “Weak”, yani: “zayıf”.

Leland’ın Kane’in neden yazıyı tamamladığına ilişkin soruya verdiği yanıt da bir “yansıtma”dır: “Bana dürüst bir insan olduğunu kanıtlamak için.” Doğru, ama Jed de Charles’a bir şeyleri kanıtlamaya çalışmıştır. Örneğin o yazının anlamı şudur: “Ben güçlüyüm, başka kimse değil ama sadece ben Charles Foster Kane’e meydan okuyabilirim.” Güçlü olduğunu kanıtlama gereksinimi büyüktür çünkü yıllarca Charles’ın gölgesinde kaldığının gayet farkındadır. Kane’in işten atıldığını bildirdiği mektuba koyduğu 25 bin dolarlık çeki parçalayarak geri yollar, böylece arkadaşına onurlu bir insan olduğu mesajını da iletmiş olur. Çünkü dediğine göre Kane “insanlara hiçbir şey vermezdi, sadece bahşiş verirdi”.

Leland Charles’a “İnsanları severmiş gibi görünürsün ama bunu da onların seni sevmelerini sağlamak için yaparsın” demişti. Dolayısıyla çekin reddi, Kane’e, onu sevmeyi reddettiğini bildirmek anlamına gelen bir saldırıdır, çünkü Jed bilir: “Charles’ın istediği tek şey sevgiydi.”

Kafadaki imaj
Arkadaşının ideallerinden uzaklaştığını, gazetelerinin gücünü kişisel çıkarları için kullanmaya başladığını gördüğü için Kane’e Prensipler Deklarasyonu’nu da yollar. Eleştirilerinde haklıdır, fakat haklılığı öfkesini açıklamaz. Bunca kırgın olmasının nedeni Charles’la ilgili büyük hayaller kurmuş olmasıdır. Deklarasyonu neden saklamak istediğini şöyle açıklamıştı: “İçimden bir his bu kağıdın ilerde çok önemli olacağını söylüyor. Bağımsızlık bildirgesi, anayasa ya da ilk karnem gibi.”

Yani Leland yıllarca Kane’i değil, kafasındaki Charles imajını sevmiş, parti sahnesinde dile getirdiği kuşkuları kesinleşince ondan uzaklaşmış, ilk fırsat bulduğunda da ona duyduğu nefreti açığa çıkarmıştır. Dargın olmalarına rağmen Kane’e ve yakın oldukları o döneme hâlâ takıntılıdır: “Her şeyi bugün gibi hatırlıyorum. Bu benim lanetim. Tanrı’nın insanlara verdiği en büyük cezalardan biri hafızadır.” Thompson Rosebud’ı sorduğunda ise “Inquirer’da okumuştum, orada okuduğum hiçbir şeye inanmam” der. Filmde Kane’in son sözünün gazetelerde yayımlandığı vurgulanır, yani Leland sadece Inquirer okumakta, ama onu da küçümsüyormuş gibi davranmaktadır. Bu sözleri ederken, Susan’ın intihar girişiminden sonra doktoru olayın kaza olduğuna ikna etmeye çalışan Kane’e çok benzer: Hedeflerine ulaşamamış, sevdiklerini yitirmiş, mutsuz, yorgun iki ihtiyar...

Birbirlerine benzerler gerçekten; Charles’ın annesinden koparılmasının bedelini ona değil, Thatcher’a ödetmeye çalışmasına benzer bir biçimde, Leland da yoksul düşmesinin sorumlusu Kane’miş gibi davranır. Onun bencil olduğunu iddia etmesinin nedeni ise yıllarca Charles’ın servetinden faydalandığını gizleme arzusudur, başkalarından olduğu kadar kendinden de.

Leland’a göre Kane kendinden başka kimseyi sevmeyen, kimseye bir şey vermeyen biridir. Bunlar doğru ama eksiktir, örneğin Charles’ın Jed’i sevdiği çok bellidir. Leland, Charles analizinde daha ileri gitmemek için bu eksik tespitlerle yetinmektedir, çünkü daha gerçekçi olabilecek çözümleme girişimlerinin ucu kendisine dokunacaktır, Kane’de eleştirdiği özellikler kendisinde de vardır. Birbirlerine çok benzedikleri için yakın arkadaş olur ve kendilerinde görüp bağışlayamadıkları özellikleri yüzünden birbirlerinden nefret ederler.

Cam küre Susan’ın kendisini terk ettiği gün Charles’in yaşamına girdiğinden Leland’ın Rosebud’ı bilmesi mümkün değildir. Fakat Kane gizemini çözebilirdi. Bunu yapamamasının nedeni şöyle açıklanabilir: İnsan en çok kendisinin, sandığı kişi olmadığını görmekten korkar.

Sinema, sayı: 78, Ekim 2001

1 Kasım 2010 Pazartesi

Bir labirentte kaybolmak

Finalde, fırına atılan kızağın üzerindeki “Rosebud” sözcüğünün okunmasıyla film boyunca peşinde koşturulan soru yanıtlanmış olur. Fakat film seyircisine gizemin çözümü için tüm ipuçlarını çoktan vermiştir, dolayısıyla orada asıl nokta film karakterlerinin gizemi neden çözemedikleridir

60 yıldır “Yurttaş Kane” hakkında onlarca kitap, binlerce makale yazıldı, film çeşitli yönleriyle incelendi. Psikanaliz, feminizm, yapısalcılık gibi yöntemlerle yapılan bu analizlerde elde edilen sonuçları özetlemeye, bırakın bu köşeyi, derginin sayfaları bile yetmez. Çünkü yalınkat bir film değildir “Yurttaş Kane”; katman katmandır, her izleyişinizde daha da derine inersiniz, aynen insan ilişkilerinde olduğu gibi. Üstelik bir karakteri tanıtmaz, bir insanı tanımanın mümkün olup olmadığını da tartışır, yani psikoloji kadar felsefeyle de ilgilidir. Ustalıkla yazılmış senaryosu ve akıllıca kurulmuş görsel yapısı, incelemek, anlamak gereken onlarca öğeyi, yüzeysel bir bakışla karmaşık sanılabilecek bir biçimde seyirciye sunar. Welles seyircinin alışkanlıklarına kıyasla çok fazla şey yaptığının bilincindedir, filmine, ona yaklaşırken kullanmamız gereken yolun haritasını da koymuştur. İlk şart klasik seyirci alışkanlığını bırakmamız, filme aktif olarak katılmamızdır. Kolaycı davranmamıza izin yoktur, sadece hikaye ve diyalogları değil, görsel yapıyı da dikkatle incelememiz, zekice kurulmuş kod ve şifreleri çözmemiz gerekmektedir. Çünkü Borges haklıdır: “Yurttaş Kane, merkezi olmayan bir labirenttir.” (Aktaran: Laura Mulvey, “Yurttaş Kane”, Om Yayınları, Türkçesi: Arzu Taşçıoğlu, Deniz Vural, 1. Baskı, Aralık 2000, Sayfa: 9)

Seyircinin yaklaşımı konusundaki ısrarını Welles, filmin hemen başında Rosebud gizemini, onu çözmemizi sağlayacak en önemli ipucuyla birlikte ortaya atarak belirtir. Film bir soruyla başlar, yanıt zaten sorunun içindedir, finalde soru yanıtlandığında bir gizemle değil, dev bir yap-bozla karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Rosebud labirentte kaybolmadan bilmeceyi çözebilmemiz için takip etmemiz gereken bir kılavuz rehberdir.

Welles filminin yapısını, gösterdiği yap-bozlarla ayrıca vurgular. Susan’ın Xanadu’da sürekli yap-bozlarla uğraşması, çok sevdiği ama yanında mutlu olamadığı kocasını çözümleme arzusunun yansımasıdır. Dolayısıyla yap-boz, filmin yapısının olduğu kadar, Kane’in kişiliğinin de metaforudur. Nitekim finalde Thompson’a “Tüm bu zaman boyunca ne yaptın?” diye sorulduğunda “Bir yap-bozla uğraştım” yanıtını verir.

Dev bir yap-boz
Labirente giriş noktası, filmin en başında yer alan, Kane’in şatosu Xanadu’nun çiti üzerindeki “No Trespassing” (Girmek Yasak) tabelasıdır. Kamera yükselir, çiti aşar ve içeri girer. Bu kamera hareketi filmin bizi “girilemez” bölgelere sokacağını belirtir. Bizi Kane’in yaşamının önemli anlarında dolaştıracak, rehberlik edecektir. Seyirciden aktif katılımcı olup Kane gizemini çözmesi beklenir, bunu sadece o yapabilir, zaten film, başta kendisi olmak üzere filmdeki karakterlerin Kane’in “yasak bölgesi”ne girmeyi başaramadığını vurgular.

Kameranın seyirciye rehberlik ettiği bilgisi geriye dönüş sahnelerinin yapısıyla doğrulanır: Bir sahnede Leland, Susan için yazdığı eleştiri yazısını Kane’in nasıl tamamladığını anlatır. Kane odaya girdiğinde Leland’ın daktilo başında sızmış olduğunu görürüz, o uyurken Bernstein Kane’e yazıyı okur. İkisi arasında geçen diyalogları Leland’ın aktarması mümkün değildir. Hemen sonraki sahnede Kane eleştiri yazısını tamamlarken kamera onu önden saptar, arkasından Leland yaklaşır ve konuşurlar. Welles o planı, anlatan kişinin görmesi mümkün olmayan bir açıdan çekmekle, filmde aktarılan her şeyin sadece seyirciye dönük olduğunu vurgulamaktadır. Bu tavır tüm filme yayılmıştır, örneğin ünlü kahvaltı masası sekansını bize aktaran da Leland’dır, oysa sahnelerde Emily ve Kane yalnızdırlar.

İlk sekans Xanadu’nun bahçesinin içinden ve dışından birkaç planla sürerken binada sadece bir odada ışık yandığını görürüz. İçeri kesme yapılır, kamera Kane’in elindeki cam küreyi çok yakından saptar: Film açılışında çok görkemli bir mekana sokmuştur seyirciyi ve şimdi, o mekanın içindeki ikinci bir mekanı göstermektedir, karlar içindeki tahta kulübeyi, Kane’in çocukluğunun geçtiği mekanı, yuvasını… Bu, film boyunca sürecek bir tartışmanın, Kane’in sahip olduğu ikilik ve ikilemlerin ilk güçlü vurgulanışıdır (ki filmdeki ikilikleri ayrıca tartışacağız). Cam küreyi görmemizle birlikte bir soru daha eklenir, diğerlerinin arasına: Böylesine görkemli bir mekanda yaşayan bu adamın o cam küreye duygusal bağlılığının nedeni nedir?

Çok yakın plan bir ağız görünür, Kane “Rosebud” der. Küre elinden düşüp parçalanır, odaya giren bir hemşire adamın üstünü örter. Kane ölmüştür. Böylece film, konu edindiği karakteri tanıtmaya tersten başlamış olur: İlk gösterdiği onun ölümü ve “mezarı” olarak yorumlanan Xanadu’dur. (Hemen sonraki sekansta perdeye gelen “News of the March” haber programında Xanadu, “Piramitlerden sonra bir insanın kendisi için yaptırdığı en büyük anıt” biçiminde tanımlanır.) Film sürerken senaryo Kane’in yaşamının çeşitli dönemlerine kronolojik sıra izlemeden girip çıkar, hatta iki yerde (Susan’ın operadaki ilk temsili ve Kane’i terk ettiği sahne) belirli bir filmsel ana tekrar döner, bir daireyi tamamlar gibi. Bu anlatım tarzı da seyircinin katılımı konusundaki ısrarın bir gereğidir. Bu katılım çabası zorunludur çünkü bir insanı tanımak kolay iş değildir, emek ister.

“News of the March”, filmin zamanı kullanma biçimi ve diğer yapısal özellikleri için bir temsilcidir: Haber programlarına dair referanslarımızdan da yararlanmamız gerektiğini anımsatmaktadır Welles bize. Yaklaşık 10 dakika süren program Kane’i hemen tüm yönleriyle tanıtmaya çalışır. Xanadu’dan, gazetelerinden, kısa süren politik yaşamından, evliliklerinden bahsedilir. Görüntüler üst üste yığılır, belgeselin sunucusu yüzlerce kelimeyle onlara eşlik eder, ama net olarak anladığımız şeyler bir tutamdır: Kane’in çok zengin ve güçlü bir adam olduğunu öğreniriz sadece. Bu veriler kesinlik taşır çünkü belgeselde Kane firavunlara, Nuh peygambere benzetilir, hatta kendisinden “Amerika’nın Kubilay Han’ı” biçiminde söz edilir. Daha fazla bir şey elde edemememizin nedeni ise programın birbiriyle çelişen bilgilerden oluşmasıdır: Vasisi Thatcher, Kane’i “komünist”, sendika temsilcisi ise “faşist” diye tanımlarlar. Görüntüye kendisi gelir, gazetecilere hitap etmektedir: “Ben her zaman tek bir şey oldum ve öyle de kalacağım: Bir Amerikalı.” Ve belgeselde “40 yıl boyunca bu özelliklerin çoğunu sergilediği” duyurulur. Program şu sözlerle sona erer: “Kane hep dünyayı değiştirmeye çalıştı. Ama şimdi onun dünyası tarih oldu.”

Bir karakteri incelemek
Bir sonraki sekansta muhabir Thompson’ın Kane’in son sözünün anlamını bulmakla görevlendirilmesiyle birlikte film asıl mecrasına oturmuş olur: Buraya kadar aktarılanlar “ne” sorusunu yanıtlamıştır: (“Yaşamı büyük başarılarla geçmiş ve başarısızlıklarla sona ermiş bir adam.”), filmin bundan sonrası “neden”le ilgilenecektir. “Nasıl” üzerinde de durulacaktır ama filmin hedefi Kane’i oluşturan öğelerin kökeni, eylemlerinin zeminidir. Nitekim Welles şunları yazmıştır: “Bir eylemi anlatan bir filmden çok bir karakteri inceleyen bir film yapmak istedim. Bu nedenle kahramanımın çok yönlü bir adam olmasını arzu ettim. Tek bir kişiliğin yapısıyla ilgili olarak altı ya da daha fazla kişinin çok farklı görüşleri olabileceğini göstermek benim fikrimdi.” (age, sayfa: 95)

Bu fikir öncelikle Rosebud sözcüğü üzerinden uygulanır, çünkü o, Kane’in yaşamının şifresi olarak kullanılmaktadır. Bu konudaki görüşlerin çeşitliliği, bu anahtarı kullanarak kapıyı açmayı başarırsak bulacağımız şeyler hakkında görüş birliğine varamayacağımızı kesinleştirir:

Gazetecilerden biri: “Belki oynadığı bir yarış atıdır.”

Thompson: “Herhalde sonunda çok basit bir şey çıkacak.”

Bernstein: “Belki bir kızdı. (…) Belki de kaybettiği bir şeydi. Bay Kane sahip olduğu şeylerin çoğunu kaybetmişti.”

Leland: “Rosebud mı? Inquirer’da okumuştum, orada okuduğum hiçbir şeye inanmam.”

Raymond: “Anlamı olmayan çok şey söylerdi.”

Finalde, fırına atılan kızağın üzerindeki “Rosebud” sözcüğünün okunmasıyla film boyunca peşinde koşturulan soru yanıtlanmış olur. Fakat film seyircisine gizemin çözümü için tüm ipuçlarını çoktan vermiştir, dolayısıyla orada asıl nokta film karakterlerinin gizemi neden çözemedikleridir. Hepsi bir labirentte kaybolmuşlardır… Tüm bilgilerin birleştiği kişi olan Thompson, uşak Raymond’dan Kane’in sadece ölürken değil, Susan’ın onu terk ettiği gün de Rosebud’dan bahsettiğini öğrenmiştir, üstelik o sefer de cam küre elindedir. Thompson benzeri bir cam küre bulup baksa, Thatcher’ın anılarında tarif edilen çocukluk ortamıyla o cam küre arasındaki paralelliği keşfetmesi mümkün olabilecektir. Bu yöntem soruyu, yanıtı bilen tek kişiye yöneltmek anlamına gelir, bizzat Kane’e. Fakat Thompson en güvenilmez kaynağa başvurmuştur, yani diğer insanlara. Bir başka deyişle kolaycı davranmış, anlatılanları izlemekle yetinmiştir, aynen seyircinin genelde yaptığı gibi.

Fakat bir insanı tanımak kolay değildir, emek ister…

Çünkü her insan bir labirenttir…

Sinema, sayı: 77, Eylül 2001

“Hakan”ların öyküsü: "İki Başlı Dev"

Nuray-Orhan Oğuz ikilisi üçüncü filmleri “İki Başlı Dev”le istikrarlı çizgilerinin doruk noktasına ulaştılar. Gerçekten de “İki Başlı Dev” tek bireyin üzerine kurulu ama alttan alta topluma eleştiri de getiren, psikolojik boyutu ön planda filmlerden oluşan bu çizginin her açıdan en başarılı ürünü.

Bir baba-oğulun çizgi dışı ilişkisi biçiminde algılanmaya açık olan bu film, anlattıklarından çok anlatmadıklarıyla, bir başka deyişle “satır araları”yla ilgi çekici. Öyle ki filmi Hakan’ın dramı biçiminde okuyabilir ve buradan toplumsal sonuçlara varabilirsiniz. Ya da aile içi iktidar ilişkisinden yola çıkıp birey-devlet, birey-toplum ilişkisine dair saptamalara varmak da olası. Tüm gerçek sanat yapıtları gibi, belli bir derinliği olan, çok boyutlu bir film “İki Başlı Dev”.

Her öğesiyle dantel gibi örülmüş, uzun araştırmaların sonucu olduğu belli, çok ince noktalardan oluşan senaryosu filmin başarısının belki de en büyük etkeni. Bunun üstüne Orhan Oğuz’un ustalıklı yönetimini ve uzun yılların görüntü yönetmenliği birikimiyle yarattığı ışık, renk ve görüntü düzeyini de eklemek gerek. Akıllıca -ve cesur- oyuncu seçimi de filme önemli bir katkıda bulunuyor. İlk sesli çekim deneyiminde Cüneyt Arkın sanıldığı kadar “boş” olmadığını kanıtlarken Sedef Ecer de aynı güzellikte oyunculuk sergiliyor. Fikret Kuşkan ise tek sözcükle “muhteşem”. Tüm bu öğeler, özellikle toplumumuz için son derece önemli bir konuyu ele alan bir filmi, bir tartışma metninin ötesine taşıyor, başarılı bir sinema yapıtı yapıyor.

Son bir söz de Hakan için: Ben de filmi “Hakan’ın dramı” olarak okumayı yeğleyenlerdenim. Hakan gibilerin durumu öylesine bir gerçeklik ki tek tek bireyleri mutsuz ettiği gibi toplumumuzun gelişimini de baltalıyor. Baskıcı ailelerin verdiği yanlış eğitimle büyüyen gençler kendilerine öğretilenleri tek doğru kabul ettikleri için kendileri de eşleri, çocukları başta olmak üzere başka bireylerin mutsuzluk kaynağı oluyorlar.

“İki Başlı Dev” en çok bu açıdan önemli ve ilgiye değer bir film. Özellikle tüm “Hakan”lar izlemeli.

Sinema Gazetesi; Sayı: 66, 17-23 Aralık 1990

İki Başlı Dev
Yönetmen: Orhan Oğuz
Senaryo: Nurhan Oğuz
Yapımcı: Eriş Akman
Görüntü yönetmeni: Orhan Oğuz
Müzik: Dağhan Baydur, Paul Buckmaster
Oyuncular: Cüneyt Arkın (Cengiz Özkan), Sedef Ecer (Aslı), Fikret Kuşkan (Hakan Özkan), Sedef bediz (Emine), Meral Çetinkaya (Hafize), Fuat İşhan (Büyükbaba), Arzu Şen (Şule), Burak Ayral (Oğuz), Saim Yavuz (Bekçi)
1990 Türkiye yapımı
Yapımcı firma: Eks Yapım