Şiddetin
her biçimini yaşamış. Son bir büyük olayın ardından
hastanedir, antideprasandır, toparlanmaya çalışıyormuş... Şu
iki cümleyi yazdığım için utanıyorum kendimden. Nasıl soğuk
ifadeler, haber bülteni sunar gibi... Neylersin ki iki insanın özel
hayatı; ayrıntılı bilgi vermek olmaz, hele mesajı buraya koymak
imkansız. Oysa o, 7 cümleyle öyle çok şey anlatmış ki,
yazmadıkları da anlaşılıyor
Tamer
Baran
Kendi
elleriyle dayayıp döşediği salonda, kendi elleriyle seçtiği
halıya kırmızı izler bırakarak sürünüyor kadın. Gecenin bir
vakti.
Birkaç
metre ileride bir sehpa, üzerinde cep telefonu... Ona ulaşmayı
başarabilirse en yakın arkadaşını arayacak, “Nolur gel, beni
hastaneye götür” diyecek, “Salim beni dövdü, feci
durumdayım”.
Bir
oyunun bir perdesinin açılışı bu; geçen hafta yazdım, yönetmen
(ki o da erkek) ve kadın oyuncuyla görüştüm, düzeltmelere
ilişkin konuştuk, notlar aldık.
Velhasıl
keyfimiz yerinde... Meselenin önemi ortada, biz de elimizden geleni
yapıyoruz. Çorbada tuz misali. Daha güzel bir Türkiye için...
Ne
cahilmişim meğer... Çorbaymış, tuzmuş; o bakış açısı bir
mesajla tuzla buz oldu.
18-20
yıl önce aynı işyerinde çalıştığım, o zamandan beri
görüşemediğim bir arkadaşımdan, feysbuk marifetiyle geldi
mesaj. Kız kardeşimmiş gibi severdim Oya'yı, ayrı şehirlerde
olunca koptuk zamanla, araya askerlik girdi, adresler, telefonlar
değişti. Sosyal medya sağ olsun, artık en azından
haberleşebiliyoruz.
İlk
yazışmamızda yeni evlendiğini, mutlu olduğunu öğrendim;
sevindim. Yılların açığını kapatmaya çalıştık hızla,
neler yaptığını, şimdi nelerle ilgilendiğini, yazmakta olduğu
kitabı, hayata dair son derece olgun tespitlerini okudukça bir
gururlandım ki, görsen şaşarsın, sanki gerçek kardeşim...
Sonra
yazmaz oldu. E ne de olsa yeni evli, zaman bulamaması çok doğal;
dert etmedim.
Süre
böyle açıklanamayacak denli uzayınca, tam da oyunun yeni yazımına
başladığım gün, sezmiş gibi, birkaç satırlık bir mesaj
attım: “4-5 aydır sesin çıkmıyor, nasılsın, evlilik nasıl
gidiyor?”
Gitmiyormuş...
Mahkeme süreci başlamış.
Şiddetin
her biçimini yaşamış. Son bir büyük olayın ardından
hastanedir, antideprasandır, toparlanmaya çalışıyormuş...
Şu
iki cümleyi yazdığım için utanıyorum kendimden. Nasıl soğuk
ifadeler, haber bülteni sunar gibi... Neylersin ki iki insanın özel
hayatı; ayrıntılı bilgi vermek olmaz, hele mesajı buraya koymak
imkansız.
Oysa
o, 7 cümleyle öyle çok şey anlatmış ki, yazmadıkları da
anlaşılıyor: O yarı-çocuk gülüşünün yerinde yeller esiyor
artık, hayalleri zaten yerle bir, ruhu harabe. Kim bilir kaç yıl
geçecek erkek cinsine tekrar güvenebilmesi için...
Oya
ve ailesi için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak çünkü o
“kendi kanı içinde sürünenler” arasına katıldı artık.
Benim
arkadaş çevremde anlatılamaz bir koca dayağına maruz kalan bu
dördüncü kişi; hepsi üniversite mezunu, çalışan kadınlar. O
eğitimli adamlar bile, küçük bir aşk yuvasını Nazi kampına
çevirmeyi bir şekilde başarıyorlar. Nasıl oluyor, neden oluyor,
aklım almıyor.
12
Eylül öncesi yatılı okulda, darbe döneminde üniversitede ve
sonra askerde erkeklerin hemcinslerine uyguladığı yoğun şiddete
tanık oldum, bazen ortasında kaldım; biliyorum: İşkence dönemi
bitince, tam “Oh be kurtuldum” derken kabuslar başlar... Kim
bilir Oya hala nelerle boğuşuyor uykularında?..
İyi
de anlamak da yetmiyor ki... Bugün karşılaşsak ben onun gözlerine
eskisi gibi nasıl bakabilirim? Utanmadan? “Abisi sayılsam da
sonuçta ben de erkeğim” tedirginliği yaşamadan?.. O son
mesajını okuduğumdan beri Attila İlhan'ın “Sana Ne Yaptılar?”
şiiri bölük pörçük de olsa içimde yankılanırken ve elim
şiiri yeniden okumaya gitmezken...
Bir
arkadaşına yazacak kelime bulamayan bir kalem, oyunun yeni yazımını
nasıl yapabilir?
Bedeni
değilse bile ruhu kanlar içinde sürünürken...
Açık
Gazete, 11 Şubat 2014
Yazıdaki fotoğraflar
2003 yapımı Iciar Bollain filmi “Te
doy mis ojos / Gözlerimi De Al”dan alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder